20.11.07

AKM : Yıkmamalı Başımıza Taç Yapmalı


(Çıkan kısmın özeti: Yazar, rehbersiz olarak dolaştığı AKM‘de kaybolmadan ikinci kata kadar çıkabilmiştir.. Burada karşılaştığı “Everest’in kesik ucu”, zaten pamuk ipliğine bağlı dengesini hafiften bozmuşsa da çıktığı bu maceralı geziyi bitirmek azmindedir.)

AKM’nin ikinci katındaki, görkemli Taksim Meydanı‘nı tüm canlılığıyla gören ön camının olduğu kısım boydan boya, Erdem Helvacıoğlu'nun "Sessiz Duvarlardaki Hatıralar" adlı çalışmasına ayrılmıştı..

Karşılıklı duvarlardan birine devasa bir Türk bayrağı, diğerine ise Osmanlı tuğrası asılmıştı.. 
Bunların altlarına denk gelen yerlere de kanepe ve sehpalardan oluşan oturma grupları yerleştirilmişti..
Belli ki Erdem bey, burada, hemen yandaki Everest tepelerine -temsili olarak da olsa- çıkmış, inmiş bünyelerin oturup dinlenebileceği bir mekan sağlamak istemiş..

Sanatçının bu arada, belli belirsiz işitilen bazı ses kayıtlarını buraya oturanlara dinletmek amacında olduğu anlaşılıyor..
Neredeyse fısıltıyla konuşuluyormuş hissi veren “neden” bahsedildiği zorlukla anlaşılan bu kayıtlarda; AKM’nin hem aydınlık ve karanlık geçmişi, hem de "kapkaranlık" geleceği anlatılıyor olsa gerek..

Eskiden beri, zaman zaman çok başarılı örnekleriyle karşılaştığım bir takım "yerleştirmeler" ve ses kayıtlarından oluşturulmuş "sesli tarih" de denebilecek çalışmalarla karşılaştırınca, bu projeyi -ne yazık ki- kaçırılmış bir fırsat olarak gördüm..
Düşünce özgün olmasa da doğruydu, ama uygulama, izleyicide hiçbir etki yaratmayacak kadar silik ve yetersizdi..

Bir üst katta görülmesi gereken iki iş daha vardı.. 
Oysa, hemen merdivenlerin başında “bitkin rehber” artı “bezgin gezgin”den oluşan “meşhur” ikiliye rastladığımda, rehber hanımın, yanındakinden iyice ümidini kestiğini anladım..
Sanırım kızcağız, adamın ilgisizliğinden ve tepkisizliğinden iyice sıkılmış olmalı ki ayrılmaya kararlı insanların ses tonuyla; "Bundan sonrasını artık siz yalnız gezebilirsiniz.. Benim gitmem gerekiyor." dediğini duydum..
Adamın bu sözlere de hiçbir tepki vermediğini görünce, bunalmaya başladığımı hissettim..
Ve -artık her ikisinden de kurtulmalı- diye düşünerek hızla merdivenleri tırmandım..

Kanadalı Nancy Davenport' un "Kampüs" adlı çalışması, buradaki beni etkileyen nadir işlerden biriydi..
Üniversite binalarından, üniversite insanlarından ve kampüs hayatından, bazıları müdahale görmüş fotograf ve "fotografik" video görüntülerinden oluşmuş bir iş..

Kendimce "Fotografik video görüntüsü" olarak adlandırdığım şey, bu aralar sıkça karşılaştığım oldukça etkileyici bir teknik aslında..
Birbirini takip eden çok miktarda "iyi" fotograftan, bir animasyon programıyla elde edildiğini düşündüğüm bu DVD kalitesindeki "akan" görüntüleri, büyülenmiş gibi izledim doğrusu..
Bu görüntülerde bir yandan fotografın kendine has donuk durgunluğu hissedilirken, bazı ışık efektleriyle de görüntüye "sahte" bir canlılık kazandırılmış..

Hemen iki merdiven arasındaki duvara yansıtılan "Boumont" adlı videosuyla Emre Hüner de, nispeten başarılı bir iş çıkarmış..
Anladığım kadarıyla; modern insanın, kendi kendini harcayarak yok etmeye başladığı çevresinde yiyeceksiz, yalnız ve korunmasız kalışını, farklı yerlerde çekilmiş sahnelerle bir bütünlük oluşturarak anlatmakta..
Bu son pek yüksek sanatsal yorumlarım, buraya -hâla- “kakara kikiri” yapmaya geldiğimi düşünenleri utandırmıştır sanırım..

Emektar AKM’ye uzun aralıklarla da olsa gitmişliğim çoktur..
Ancak yapının -salonlar hariç- her köşesini kullanan bu etkinlikle birlikte, burayı aslında hiç tanımamış olduğumu anladım..
Şöyle de söyleyebilirim; benim için bienalin AKM ayağı, sergilenenlerden çok bu görkemli yapıyı keşfetmeme sebep olduğundan dolayı değerliydi..
Bi ara kendimi, Bienal'i falan unutmuş, binanın kenarını, köşesini hayranlıkla incelerken buldum..

Muhteşem Taksim manzaralı ön camından, paravan arkalarında kalmış küçük pencerelerinden İstanbul'a baktım..
Duvarlarındaki, dekorlardaki ve tavanlardaki çeşitli materyallerden mamul özgün çalışmaları ayrı bir sergi gibi izledim..
Hatta yerleştirildiği duvarlardan bize bakan bronz sanatçı başlarının, aynı duvarlarda sergilenen "iş"lerden daha etkileyici olduğunu hissettim..
Bu binayı daha önce yakanların şimdi de yıkmayı planladıklarının farkına iyice vardım.. 
Üzüldüm.. 
Dışarı çıktım..

Kırk yıldır binlerce kez -umursamadan- baktığım binaya, onu artık tanımış biri olarak -son olmaması dileğiyle- bir kez daha baktım, baktım..

Evet.. Yazının bu hüzünlü sonunu optimist yazarınıza pek yakıştıramamış olabilirsiniz..
Tamam ama ben onun için “iyimser” dedim, “aptal” demedim ki..



1 yorum:

  1. Adsız4.12.08

    Şahane bir yazı...
    Paylaştığınız için teşekkürler.

    YanıtlaSil