21.11.07

Auf der anderen Seite / Yaşamın Kıyısında / The Edge of Heaven


'Türk-Alman' yönetmenimizin sanırım tüm filmlerini gördüm.. Hemen söyleyeyim; her yeni filminde daha da olgunlaşan Fatih Akın, bir önceki filmi Duvara Karşı kadar olamasa da Yaşamın Kıyısında'da çok başarılı..

Filmin, "başrol" düzeyinde altı kahramanı var..
Ayten Öztürk (Nurgül Yeşilçay), Nejat Aksu (Baki Davrak), Ali Aksu (Tuncel Kurtiz), Susanne Staub (Hanna Schygulla), Lotte Staub (Patrycia Ziolkowska) ve Yeter (Nursel Köse).

Onları, fazla ileri gitmeden şöyle bir tanımamız -bir bakıma- filmin hikayesinin başlangıcını kısaca anlatmak gibi olacak..
Hem de bu yöntemle yazım -neredeyse- filmin tümünü anlatarak henüz izlemeyenlerin seyir zevkinin içine eden, şu film tanıtım yazılarına benzememiş olur sanırım..

Ayten Öztürk: Annesi Almanya'da çalışan, kendisi İstanbul'da üniversitede okuyan -ya da ülkeyi ve insanlığı kurtarmaya çalışan- bir kızdır kendisi..



Oysa tam burada, ezelden beri varlığı bilinen fakat hep göz ardı edilen bir sorun vardır; ne insanlar ne de bu ülke kurtarılmak istemektedir..
Hele devlet, bunlardan -üstelik- nefret etmekte, polis marifetiyle yakaladığını bi kaşık suda boğmaktadır..
Boğulmaktan kıl payı kurtulan Ayten, kapağı Almanya'ya atar..
Burada bir güzel 'yoldaş kazığı' da yiyen kızımız, artık gurbette de yalnız ve beş parasızdır..
Bir süredir irtibatı kestiği annesini arayıp bulmak ister..

Nejat Aksu: Annesiz büyümüş, Bremen'de babasıyla aynı evde yaşayan genç bir Alman Dili Ve Edebiyatı profesörüdür..
Kendi halinde bir aydın olarak tanıdığımız Nejat, bekar olduğu halde bir kız veya -olur a- erkek sevgiliye sahip olmayan, adeta "cinsiyetsiz" bir arkadaştır..

Art niyetsiz olarak söylüyorum ki, bir yandan onu Fatih Akın'a benzetirken, öte yandan da bu hikayede kendisiyle özdeşleştiğim bir kişiydi.. (Yalnız ben cinsiyetsiz değilim ona göre haa!.)
Son tahlilde, bu filmin Nejat Aksu'nun filmi olduğunu dahi söyleyebiliriz..




Ali Aksu: Eşini çok eskiden kaybetmiş, Alamanya'larda büyütüp büyük adam ettiği oğluyla birlikte yaşayan, emekli, fazlasıyla uçkuruna düşkün, kaba-saba bi adamdır..
Oğlunun tam zıttı karakterdeki bu Trabzonlu adam, bir gün, "iş üstünde" tanıştığı Yeter'e yalnızlığına son vermek arzusuyla bir teklifte bulunur..

Susanne Staub: Ayten'in Alman kız arkadaşı Lotte'nin görmüş-geçirmiş annesi..
Kocasından ayrıdır ve biricik kızıyla yaşamakta olduğu eve kalmak üzere gelen “yabancı kız” Ayten, onun için -haliyle- rahatsız edicidir..
Gelecekte, kızının bu “ukala” arkadaşıyla ilişkileri bir başka düzeyde değişecek de olsa yitirdikleri ortak "kıymet" öyle büyüktür ki..

Lotte Staub: Ayten'in siyasi görüşlerine ve en önemlisi güzelliğine kayıtsız kalamayan, bunun karşılığını da Türk arkadaşından misliyle alan Alman kızımız..
İki kız -sanki- yıllardır aradıklarını bulmuş gibidirler.. Aralarında gayet hissi bir ilişki kurulur ki görmelere seza..

Yeter: Ayten'in Almanya'da zor şartlar altında/üstünde çalışan “çilekeş” annesi..
Almanya'ya da yetişmiş olan “mahalle baskısı” ve namus bekçilerinden tam da bunalmışken Ali Aksu’dan gelen “birlikte yaşama” teklifine “evet” der..
Onun dünyasında da tek bir kişiye yer vardır aslında, o da, İstanbul'daki “hayırsız” kızıdır..

Bu altı kişinin hayat yolları -bazen direkt, bazen değil- bir yerde kesişiyor ve hatta iç içe geçiyor.. Tüm kahramanlar -ölü ya da diri- iki ülke arasında gidip geliyorlar ve bazen de bir temas yaşanmadan aynı mekanda bulunuyorlar..
Biri ön planda öyküyü anlatırken diğerleri geri plana çekiliyor; daha sonra da sıra bir diğerine geliyor..

"Cannes ödüllü" senaryonun usta işi örgüsü ve güzel işleyen kurgusu, başarılı oyunculukların yanı sıra filmin en etkileyici unsurlarından..
Kahramanların, İnarritu-vari bir şekilde yollarının kesişmesi elbette bir yenilik değil.. Ancak bunu böylesine iyi gerçekleştirebilmek de herkesin harcı değil..

Senaryosu da Fatih Akın'a ait bu yapıt “Aşk, Ölüm ve Şeytan” adlı bir üçlemenin ikinci filmi.. Duvara Karşı'da aşkı, bu filmde ise ölümü yine tüm sadeliği ve içtenliğiyle işliyor.. Gel de şeytanı merak etme..

Ortada, tanık olduğumuz iki ölüm var ve ölümler hiçbir sürpriz yaratmayacak şekilde, ara başlıklar olarak önceden seyirciye bildiriliyor..
Ve her iki ölümünde çok basit gerçekleştiğini, aniden, hatta çocukça bir oyun gibi gelip geçtiğini şaşırarak izliyoruz..
Yönetmen, sinemada sayısız örneğini gördüğümüz üzre, ölüm anını istismar eden bir anlatıma asla kaçmadan olayın vahametini içimizde hissettirebiliyor..
İki ölümde, bir damla kan ya da bir can çekişme görülmeden olup bitiyor, ki bu -hele bir de sinema trendlerini düşünürsek- gerçekten çok ilginç..
Ölümün asıl ciddiyetini -belki de- bir ülkeden diğerine giden tabutları hava alanında görünce ya da geride kalanların onulmaz acılarını hissedince anlıyoruz..

Fatih Akın'ın bu film ve Türkiye ile ilişkili bütün filmlerinde sinemasını üst düzeye çıkaran avantajlı yanı; hem Alman, hem Türk insanını ya da toplumlarını iyi tanıyor olması olsa gerek..
Alman tarafını belki tahminde bulunarak söylüyor olsam da, Türk yanının çoğu burada doğup yaşamışlardan daha güçlü olduğunu görmemek imkansız..
Hele “Alman-Türk” karışımına sahip birinin nasıl bir şey olduğu hususunda üst düzeyde bir uzman olduğu bu filmle de iyice kanıtlanıyor..
Akın'a -salt- Türk diyemiyorum, çünkü fazla Almanyalı, Alman demem de mümkün değil çünkü fazlasıyla Türkiyeli..

Söyleyeceklerini tüm içtenliğiyle ortaya koyması ve yaratıcılığının yanı sıra etkilenmeye açık pırıl pırıl beyniyle Fatih Akın'ı, Orhan Pamuk'a benzetiyorum ben..
Bu filmle mi olur yoksa başkasıyla mı?. Pamuk'un aldığı büyük ödülün sinemadaki karşılığı olan Oscar'ın, Akın'ın hakkı olduğunu düşünüyorum..

Nejat, Karadeniz'in yahut yaşamın kıyısında oturmuş balıktan dönecek babasını beklerken ben de karanlık salonda yazılar akan perdenin karşısında kalakalmış, bilemediğim bir şeyleri bekliyordum..
Fonda yanık bir Karadeniz türküsü, boşalmış sinema salonunda tek başıma, perde kararana dek bekledim, bekledim..


/5