5.9.08

San guo zhi jian long xie jia / Üç Hanedan - Ejderin Dirilişi


Hatırlarsanız, son ‘mumyalı’ filmde, zombilerle harmanlanan Çin tarihine şöyle bir 'yalapşap' uğramışlığımız olmuş idi..

San guo zhi jian long xie jia / Üç Hanedan - Ejderin Dirilişi / Three Kingdoms - Resurrection of the Dragon’ ile, aynı tarihin M.S. 190 – 280 yıllarına, nispeten daha doğru, daha sanatsal bir bakış atıyoruz..

Çin tarihinin en karanlık zamanları olarak bilinen ve 'Han' hanedanının çöküşü sonrasına gelen bu dönemde ülke, sonu gelmeyen kanlı savaş ve katliamlarla çalkalanmaktadır..

Günümüzde de aynen geçerli olduğu üzre- bütün bu vahşet ortamında, tüm haşmetli silah, zırh ve süslerle yüceltilmiş /şişirilmiş savaşçı komutanlar ve de komutan olmak üzere sıraya girenler (Hayatları pahasına, ama en azından gazilik/şehitlik rütbesiyle de onurlandırılarak.) egolarını tatmin ederlerken; kabak yine, korunmayan/korunamayan, üstelik direkt 'bok yoluna' yolcu, zavallı, masum halkın kafasında patlamaktadır.. 


(Bu acı ama kadim gerçek, film tarafından hiç dert edilmiyor belki ama ben yine de -izninizle- mesajımı vereyim dedim.) 




Romance of The Three Kingdom adlı Çin'in klasik romanından uyarlanarak kotarılan, orijinal ve gayet ‘anlamlı’ adıyla San guo zhi jian long xie jia; "Ülkeyi artık ben idare edeceğim!", "Hayır.. Asıl bu benim hakkım; sen kim oluyorsun!" gibi gayet 'mantıklı' fikirlerle bi güzel birbirine giren kralların, bir dizi savaşlar sonucunda Çin'i üçe böldükleri dönemi, gayet yüksek bir hamasetle anlatıyor ki seyredip de gaza gelmemek imkansız..

Çin'in kaoslardan kaos beğendiği bu dönemde, Shu hanedanı ordusunda sıradan bir nefer olarak görevli, ancak potansiyel sahibi olduğu belli, dolayısıyla istikbali parlak Zhao Zilong (Andy Lau), filmimizin merkezindeki kahramandır.. 

Onun hemen yanında da, kendisine hep 'Biraderim' şeklinde seslendiği Luo Ping-An bulunmaktadır; ki kendisi aynı zamanda hikayenin anlatıcısı konumundadır..





Mütevazılık, cesaret, azim, vefa gibi -hemen hemen- tüm yüksek insani özellikleri bünyesinde taşıyan Zilong, üstün savaşçı yeteneklerini de günden güne geliştirerek, mevcut potansiyelini iyi bir şekilde değerlendirir; ve nihayet, gelebileceği en yüksek mertebeye çıkarak, hanedanının en büyük generallerinden biri olur..

Bu, onlarca yıl süren, gencecik bir neferden generalliğe yükselme aşamasını, fiziksel yıpranma olarak, sadece saçlarına düşen aklarla geçiştirme başarısını da -ayrıca- gösteren kahramanımız; bir yandan, bu büyük başarısını çekemeyen, içerdeki kıskanç hainlerle mücadele ederken, öte yandan, dış düşmanlarla olan ‘ezeli’ savaşını da, sonuna kadar sürdürmeye kararlıdır..



Bütün bu savaşlardan -sanırım- en güzeli, finalde izlediğimiz olmalı; ki bu güzellik elbette, Zilong'un düşmanı olan 'Bayan' Cao Ying'ten kaynaklanmaktadır..

Allahı var- bu pek ‘seksi’ düşmanı canlandıran Maggie Q, silahlarından çok, bizzat varlığıyla can yakmaktadır..


Ayrıca, savaşın ortasında telli enstrümanıyla resital verecek kadar musikişinas ve romantik bir şahsiyet de olan böylesi bir düşmanla karşılaşmanın Zhao Zilong'un yaşlılık günlerine rast gelmesini ise, kahramanımızın büyük şanssızlığı olarak gördüm ben..

Görkemli savaş sahneleri ve uzak doğuya has 'sanatkarane' dövüşler, bu filmin de en çarpıcı sahnelerini oluşturuyor; ancak, şu sıralar bu trüklerin envai çeşidiyle sık sık karşılaştığımızdan, üzerimdeki etki gücü artık pek kalmadı desem, yalan olmaz..





Senaryoya da katkısı bulunan yönetmen Daniel Lee'nin bu eserinin özümde yarattığı en bariz etkiyi, Çin'in o dönemine ait halk kültürünü yansıtan kısa ama çarpıcı sahnelerinde hissettim.. 

Hele, bizim 'Hacivat- Karagöz' oyunumuzu çok andıran, ancak orada -anladığım kadarıyla- daha çok, zafer kazanmış savaşçıları yücelten bir işlevi olan gölge oyunuyla karşılaşmak, bunlardan en güzeliydi..

 /10



2 yorum:

  1. Filmle ilgili yazıya getirdiğin birçok şeye katılıyorum Numan Ağbi. Her ne kadar çin-japon filmi delisi de olsam bazı filmlerin kabak tadı verdiği de oluyor ne yalan söyleyeyim. Burdan bakınca son dönemde o kadar çok bu tür film izleme olanağı yakaladık ki senin de belirttiğin gibi görkemli savaş sahneleri eskisi gibi etki bırakmıyor üzerimizde. Ama ben olaya bir de Çin tarafından bakma isterdim. Zira istatistiki olarak bilmem mümkün değil ama yapılan üç filmden biri bu tür gibi birşey. Dolayısıyla bu duruma bir de şu açıdan bakmak istiyorum yine izninle. Bana göre herşeyden önemlisi film de olsalar bu tür filmler Çin’in kendi tarihine odaklanan, gerçeklerden yola çıkılarak kotarılmış filmler. Şimdi oturup, I.Beyazıd Dönemine odaklanan bir Türk filmi seyretmek istesem ve bu “lükse” sahip olsam fena mı olurdu? Kaldı ki üsteki film nerdeyse 1800 yıl öncesine odaklanırken ben şunun şurasında 500 yıl öncesine gitmek istiyorum. Ya işte böyleyken böyle... (Malkoçoğlu ve Tarkanvari harici filmler için dedim ki Tarkan bir numaramdır yanlış anlaşılmasın).
    Bu arada 'gölge oyunu' gerçekten iyiydi. Azıcık sergi yazılarına dönmek istemez misin be ağbi? İstanbul Modern'deki bununla ilgili sergiyi gezmiş miydin? Ben gezemedim, içimde kaldı valla...Okurduk hiç değilse...

    YanıtlaSil
  2. öncelikle, "7 mayıs 2009 mümkünmertebe'ye topyekün taaruz harekatı"n hayırlı uğurlu ossun tuğbağcım..

    hele ki seninkilerin yanında pek naçizane kalan yazılarım hakkındaki övgülerin için teşekkür dışında ne diyeceğimi bilemiyorum.

    olmayan tarihi filmlerimiz üzerine izhar ettiğin dilek ve maruzatlarına katılmamak mümkün mü..

    o değil de, hatırlattığın "gölgeli" serginin bugün hitama erdiğinin farkına vardığımda öyle kötü oldum ki bildiğin gibi değel..
    oysa bitmesine daha çok var sanıyordum, keşke bir gün önce yapaydın yorumunu..

    gerçi gittim bu sergiye amma pek üstünkörü bakıp geçivermiş idim o gün.. aramızda kalsın, kurtlu landlord efendiyle -tam anlamıyla- bir sergi gezmenin maalesef mümkünatı yoktur ki..
    zaten o gün için, onu bir sergiye, hele bir müzeye getirmiş olmak benim için yeterli bir başarıydı ve şöyle bir ön izlemede bulunup, pek beğenmiş, nasıl olsa daha sonra yeniden, her zamanki gibi tek başıma gelir, adam gibi izlerim deyu düşünmüştüm.. hatta buraya yazmayı bile..

    sinema dışında, özellikle bunun gibi sergiler üzerine yazmak ben de çok istiyorum ama hem bu sinema işine bir yıldır fazlasıyla derinden daldığım, hem de pek zor yazabilen biri olduğum için bu mümkün olamıyor maalesef..
    oysa bu bloga başladığımda niyetim hiç de böyle değildi. adı da "numanart" idi o zamanlar, daha n'ossun..
    zamanla salt sinema blogu olduk çıktık valla..
    du bakem tuğba kardeş zaman ne gösterecek..

    değerli yorumların için mükerrer şükranlarımı tazeler, sanal esintisi bile içimde çiçekler açtıran o şahane neşen hiç eksilmesin derim ben..

    YanıtlaSil