9.11.08

Yarın 10 Kasım *


Yarın 10 Kasım, Atatürk’ümüzün ölüm yıldönümü..

Birkaç haftadır süren anma hazırlıklarının sonuna gelindi..
Törende şiir okuyacaklar, konuşma yapacaklar tespit edildi..
Türkçe dersinde Atatürk ve 10 Kasım şiirleri en baştan taranırken; bir yandan da günün mana ve ehemmiyetine uygun kompozisyonlar yazıldı..

Müzik dersinde mutat milli repertuara, Ata'mızın hiç duyamadığı şarkılar da eklenerek, solo ve koro çalışmaları hızlandırıldı..
Resim dersinde ise en çok rağbeti Atatürk figürlü, Anıtkabir ana temalı muhtelif çalışmalar gördü..

Öğretmenimiz son derste, yarın okula gelirken kıyafetlerimizin temiz ve düzgün olmasını istedi.. 

(Yaslı 10 Kasım, o siyah ilkokul önlüğümüze en yakışan tarihi gün olsa gerek)




"Çiçek de getirin, özellikle kasımpatı.. O Ata'nın en sevdiği çiçektir." dedi öğretmenimiz..

Ama ben, özellikle bazı kız öğrencilerin, 
bu uğurdaki üstün çabalarına tanık olduğumdan ve kutsal gördükleri bu 'çiçekli' görevi, kimselere kaptırmayacaklarını da iyi bildiğimden; masraflı ve uğraştırıcı bu işe bulaşmaya hiç niyetim yoktu..

İyi biliyorum ki bu çiçeklerle, okulun geniş merdivenli ana kapısından içeri girildiğinde hemen göze çarpan Atatürk büstü süslenecek..
Hatta o büst yarın tören icabı, bahçeye bakan merdivenlerin başına taşınacak; tören sona erdikten sonra da yine eski yerine dönecekti.. 

Yani, bana hep bir macera filminin küçük platosu hissini veren; sarmaşık yapraklarıyla kaplı duvarın önüne konuşlanmış, kırmızı kovalar, acayip balta ve çengellerle süslü, yangın köşesinin karşısına..

Bu büstün her iki yanına birer meşale dikilecek ve "İZİNDEYİZ" başta olmak üzere, kimi ilgili sözler fona yerleştirilecekti..
Çoğu 'çift dikiş' diye adlandırılan 'yaşlı' ve iriyarı öğrenciler, aynı mahalde sırayla saygı nöbetine dikileceklerdi.. ki bu nöbetin, daha çok çiçeklere mus
allat olacak yaramazları bölgeden uzakta tutmak amaçlı olduğunun, bilincinde olarak..

10 Kasım'larda en sinir olduğum laftır, "İzindeyiz". 
Ne izini?.
'1 Mayıs Bahar Bayramı' gibi 'üfürükten' bayramda dahi tatil yapıyoruz da, aslanlar gibi atamız ölmüş, bir günlük tatili bile bize çok görüyorlar.. 
Bu çelişkiyi hiç bir zaman anlamadım, anlamayacağım da!.

Tamam söz veriyorum, bayram yapmayacağım, neşeli oyunlar da oynamayacağım.. 

En fazla, evin içinde, tahta sandalyeyi yere yatırdıktan sonra, sandalyeden bozma bu son model vasıtamın bacakları arasındaki şoför mahalline oturacak ve "ııııınnıınıııı" mealinde sesler çıkararak araba kullanacağım.. 
Hem de, saat dokuzu tam beş geçe pencereye karşı durarak ve hayali arabamın hayali kornasını, en cayırtılı bir şekilde çalarak..

Oysa bunun yerine, sabahtan, okulun bahçesinde toplanacağız yarın..
Saat dokuzu beş geçe, saygı duruşumuza eşlik eden ilk siren sesi, mahallemizin karakolundan yükselecek.. 

Sonra, hemen yanımızdaki ana caddeden geçen arabaların klakson sesleri ve uzak semtlerdeki fabrikaların buğulu düdüklerine karışarak kulağımızı dolduran, nedense en acıklısı, Haliç'ten yükselen vapur düdükleri..

Ardından, en hislisinden konuşmalar, şiirler.. 

Ölmesini hiç içime sindiremediğim, sevgili Atatürk'le ilgili, insanın içini parça parça eden şiirler..
Ama yine de, kendimi ne kadar da zorlasam, hani o çiçek işinde uzman kızlar var ya; işte asla onlar gibi, zırıl zırıl ağlayamayacağım..

Ve yarın radyolar bütün gün, babamın "gıygıy" dediği müzikleri çalacak.. 

Diğer günlerde de duyulduğu an, zavallı radyonun cebren susturulduğu o müzikler..
Birkaç yıl önceye kadar, bunca bestenin sırf 'Atatürk öldü' diye yapıldığına emin olduğum bu müzik türü hakkındaki fikirlerim -sadece benim m
erakımla- yavaş yavaş değişiyordu; ama babamın tepkisi asla: "Kapa lan şunu!. gıy gıy gıyy."

Radyodan zevkle dinlediğim 'reklamlararası' program, 'Orhan Boran ve YUKİ'de yayınlanmayacak yarın.. 

Sinemalarda, bizi kâh neşeyle, kâh hüzünle yoğuran filmler de oynamayacak.. 
Onların yerine, rengarenk afişleri siyah örtülerle kaplanmış sinemalara okulca gidip, Ata'mızla ilgili eski, kopuk kopuk ve hızlı gösterilen, o 'Şarlovari' filmleri yeniden izleyeceğiz.. 
Yalnız, asla gülmeden!.



Belki inanmayacaksınız ama ben, bundan üç yıl önceki 10 Kasım gecesi, Atatürk'ü gökyüzünde gördüm..

İnanmayacağınızı biliyordum.. 

Zaten bu yüzden, bu olayı asla kimselere anlatamadım..

İsterseniz yemin de ederim.. 

Valla billa.. 
Ata'mızın portresi gecenin karanlığında bir dolunay gibi parlıyordu.. 
O gece ailemle, dedemleri ziyaretten dönüyorduk eve.
Ve ben yarım saat kadar, yani yol boyunca, tam tepemde Atatürk, eve kadar yürüdüm..

En sevdiğim oyunlardan biri, havanın açık olduğu akşamlar eve girmeden önce, Ay'la birlikte, mahallenin tüm sokaklarını dolaşmaktır.. 

Hatta bazen Ay beni kaybetsin de takip edemesin diye son hızla koşarım falan, ama nafile..

İşte Ulu Atatürk o gece aynı bir Dolunay gibi, sürekli beni t
akip etti.. 
Eve girmeden önce ona son kez baktığımı hatırlıyorum.. 
Zaten bir daha da göremedim..

Ama yarın gece, yine ve yeni bir umutla, gözüm gökyüzünde olacak..



* Bu yazının da içinde bulunduğu evrak-ı metruke -artık- gençliğini de geride bırakmış, İstanbullu, sıradan bir adamın beyin kıvrımlarında bulunmuştur..