14.1.09

Süt :: Bir filmin şiir hali


"Salt olayı değil insanı anlatan, daha doğrusu hissettiren
-kendisini koşullanmalardan kurtarabilmiş- seyircileri de içine katarak o anda yeniden ve 'birlikte' oluşturulan filmler de vardır; işte ben bunlara özellikle bayılırım."

Semih Kaplanoğlu'nun önceki filmi Yumurta hakkında yazdığım bir yazıdaki bu açıklamayı; bittiği zaman, salondaki bir avuç seyircinin -bir kişi hariç- tamamı tarafından 'resmen' protesto edilen bu filmi; her türlü açıklaması içinde sunulan, seyirciye sadece koltuğa yayılıp perdeye bakma zahmeti bırakan, sürüsüne bereket 'hazırlop' filmlerden ayırmak için yapmıştım..

Bugün de eminim ki Süt'ü basın gösteriminde değil de herhangi bir sinemada seyredecek olsaydım eğer; benzer şekilde, 'tatmin olamamış seyirci' protestolarıyla karşılaşacaktım..

Gerçi bu filmin sonunda da, 'göz ve gönül kamaştırıcı' finalinden büyülenmiş ve de perdeye bakakalmış fakir yazar, bir kısım yazar dostlardan yükselen sinirli gülüşmelerle karışık homurtular da işitti ya.. hadi neyse..

Önce bir konuya açıklık getirmekte faide var, yoksa benim hayatta hiç hoşlanmadığım şey olan, 'yanlış anlaşılmak' durumuna düşmeyi hiç istemem..





Bunları yazarak, yani kendimi diğer insanlardan ayırır gibi yaparak paye edinmek niyetinde değilim; herkesten üstün olduğuna vehmettiğim bir tarafımı göstermek gibi bir angutluğu eğer benden beklerseniz de hemen küserim..
(Bunca itiraftan sonra tam da burada, profesyonel ve amatör psikologlar, hemen sırtıma bir ‘kompleksleme’ yapacaklardır ki hiç dert değil; hatta memnun olurum.. Yalnız biraz daha aşağıya.. Hah.. tam orası!)

Aslında ben, bir sürünün sıradan bir ferdi olup o sürünün içinde fark edilmeden yuvarlanıp gitmekten büyük huzur duyacak yapıda bir adamım..
Ancak ne yapayım ki arada bir benden de 'sürü dışı' değişik fikirler, duygular çıkabiliyor ki maalesef elimde değil; daha kötüsü, bunları duyurmak üzere bir de yazıyorum üstelik.. Özür dilerim; ne diyeyim..




Genç Yusuf'un örselenen dünyası

Süt, kronolojik olarak Yumurta'nın öncesini, yani ilk filmde annesinin cenazesi için İstanbul'dan kasabaya geldiğini gördüğümüz Yusuf'un gençliğini kapsıyor gibi görünse de, ‘gerçek’ zamanda bir değişiklik olmadığını hissediyoruz..
Bu iki filmde (Büyük ihtimal, gelecek filmde de.) zamanın sabit kaldığını söyleyebileceğimiz gibi; kim bilir, belki de ayrı ayrı Yusuf'ların, aynı zaman diliminde geçen çocukluk, gençlik ve orta yaş evreleridir bize gösterilmek istenen..

Yumurta'nın İstanbul'da mukim orta yaşlardaki sahaf-şair Yusuf'u, bu filmde henüz gençliğinin baharında ve anasının dizinin dibindedir..
Besledikleri birkaç ineğin sütünden imal ettiği ev yapımı peynirleri pazarda satarak geçimlerini sağlayan anneciğine (Başak Köklükaya), 'babasız evin' erkeği olarak yardımcı olan genç Yusuf (Melih Selçuk); 'üniversite sınavı gazisi' birçok kasaba delikanlısı gibi -varsa eğer- bir çıkış aramaktadır..




Yakın şehirdeki evlere külüstür motosikletiyle her gün süt servisi yapmak, -ekonomik açıdan- annesini de umutlandıran bir çıkıştır belki ama; hem kafası oldukça bulanık bir genç, hem de şair ruhlu bir adam olan Yusuf'tan bu rutini sürdürmesini beklemek, her halde pek gerçekçi değildir..

Odasının duvarlarının süsü edebiyatçı resimlerinin ona işaret ettiği, hayallerini süsleyen 'şairlik mertebesi', Yusuf'un en azından kendi çıkışı için elzem görünmekte; genç çocuk yerel şartların tüm olumsuzluğuna karşın elinden geldiğince bu yolu zorlamaktadır..
Şimdilik en öncelikli hedefi, daktilosunda yazdığı ve bazı edebiyat dergilerine gönderdiği şiirlerini yayınlatmaktır.. Kasabada, bu amacında kendisine yardımcı olabilecek tek kişi (Belki, kendisini bu entel işlere sardıran kişi de odur.) eski öğretmenidir; ancak sürekli (Kim bilir hangi dertten.) kafayı çeken bu adamın bizzat kendisine bir hayrı yoktur ki 'umarsız' Yusuf'a olsun..

Pazarda peynir satışı, evlere taze süt servisi minvalinde günler geçmekte iken nihayet mucize gerçekleşir ve Yusuf'un şiiri bir edebiyat dergisinde yayınlanır.. O şartlardaki bir genç için bu durum, gerçekten de mucizenin ta kendisidir; ha genç bir Fatih olmuşsun İstanbul'un kapıları önüne açılmış, ha genç bir şair olmuşsun İstanbul'un saygın bir dergisinde şiirin yayınlanmış..

Bu arada gencimizin ilk askerlik yoklaması gelip çatmış, vilayetteki askeri hastanede yapılan muayenesi sonrası konulan epilepsi hastalığı teşhisiyle de çürüğe ayrılmıştır..




Çürüğe çıkmak.. Askerlik heyulasıyla uykuları kaçan gençlere şimdi: "Çürüğe çıkmak ister misiniz?" diye sorsak; çoğunun (Bir zamanlar genç olan bendenizi de bu gruba katın.) parlayan gözlerle boynumuza sarılacağına emin olabilirsiniz.. Ancak -tanıdığım kadarıyla- Yusuf öyle bir çocuk değildir; 'en büyük asker' falan olduğundan, komando olup 'ya şehit ya gazi' olmaya gönüllü yazılabilecek bir anlayışta olduğundan da değil.. O, cılız kökleriyle tutunduğu köyünün kadim toprağında yeşeren; narin gövdesiyle 'sıradan' taşranın taşlarına tutuna tutuna dikilip doğrularak, uzaktaki 'şiirden kente’ uzanmanın ütopik hayalini kuran, hayatının baharındaki bir fidandır sadece.. Bir an evvel büyüyüp boy atmak isteyen o fidana çürük demenin vebali büyüktür; ruhunda açılan yaresi de..

İzmir'deki askeri hastaneden abandone olmuş bir şekilde ayrılan Yusuf, oradaki bir kitapçıda henüz tanıştığı, kasabasının kendi ruhundan çok uzakta duran -hiç elektrik alamadığı- hatunlarından farklı, belki tam da ihtiyacı olan ahu gözlü kızı dahi gözü görmeyecek, 'kös kös' evine dönecektir..
Yusuf'un, kasabanın yaşıtı gençleriyle zaten sorunlu olan 'iletişimsiz ilişkisi' bu 'çürüğe çıkma' hadisesiyle iyice kopacak; onların, 'en büyük asker bizim asker' şamatalı askere gönderme törenlerine -uzaktan bile olsa- katılmak hiç içinden gelmeyecektir..




Genç şair adayımızın ruhen büyümesine mühim ölçüde ket vuran askerlik meselesi; geçim mecburiyetinin yorduğu güzeller güzeli annesinin, tek kızıyla, yalnız ve mazbut bir hayat sürdüren istasyon şefine olan -evliliğe giden- meyli; genç bir çocuk için çok yıpratıcı olabilecek böyle bir ilişkinin üstelik kendinden gizli yürütüldüğü şüpheleriyle katmerlenen, annesini artık kaybediyor olma kaygısı; kasabada iletişim kurabildiği nadir insanlardan biri olan, maden yatağının çamuruna bulanmış, 'fukaralığın pençesindeki' madenci-şair arkadaşında gördüğü ya da göremediği kendi 'şair' geleceği..
Tüm bu nedenler ya da gerçekler, Yusuf'un bugününü ve istikbalini şöyle veya böyle belirleyecektir..

Bu arada, film boyunca önümüze getirilen; Yusuf'un edebiyat hocası, kitapçıda rastladığı kız ya da 'cici baba' gibi unsurlar, oğlanı, boğulduğu şu kasaba hayatından çekip çıkarabileceklermiş umudunu -mutat filmlerin önlenemez etkisiyle- bir anlığına biz seyircilere yaşatmış olsa da; bütün bunların -gerçek hayatta olduğu gibi- gencin hayatından ‘etkisiz elemanlar’ misali geçip gitmelerinin pek takdire şayan olduğunu ekleyeyim..


Semih Kaplanoğlu

Süt: Bir şiir seyretmek isteyenlere

Süt aynı Yumurta misali, alışılagelmiş filmlerin amaçladığı, 'önemli' olaylarla bezeli bir hikaye anlatmaktan azade, basit insanların sıradan bir yaşantı parçasını, üstelik hemen her gelişmesini ‘ima’ ederek gösteriyor..
Roman ya da hikayeden tamamen uzak, belki gerçek bir şiire benzetilebilecek; zahiri görüntülerin ardında akan bir başka anlatımı hissedebileceğimiz sürece vakıf olabileceğimiz böyle bir film hakkında konuşmak ya da yazmak, bana biraz da gevezelik etmek anlamına geliyor..

Semih Kaplanoğlu, bol metafor ve alegorilerle yüklü 'simgesel' anlatımını, bu filmiyle iyice yetkin bir hale getirmiş görünüyor.. Oysa bu türün -özellikle sinemada- çok bıçak sırtı bir durum arz ettiğini düşünüyorum; ki bu türün Kore'deki önemli bir temsilcisi olan Kim Ki-Duk Sineması'nın, mevcut büyüsünü yitirip sıradanlaşabildiğine hatta komik bir hale düştüğüne en son Rüya filminde şahit olmuştum..
Böyle bir tehlikeden uzak durabilecek bir anlayışla Kaplanoğlu'nun, Süt üstünde çok çalıştığı, ince eleyip sık dokuduğu, ortaya konan neticenin her halinden anlaşılıyor.. Ve türe alışık olmayan seyirciyi epey zorlayabilecek filmimiz, bu titiz sinemasal çalışmanın içine giriverme becerisini gösterebilecekleri ise, adeta hipnotize edici bir atmosferde sonuna kadar taşıyor..




Hakkındaki bir yazıda ya da söyleşide rastlamadım ama- Yönetmen’in, Yusuf'un hastalığının önemli bir özelliği dolayısıyla, filmini bu denli simgesel görüntülere açmış olabileceğini söyleyebilirim.. Epilepsi (Sara) nöbetleri sırasında bazı hastaların halüsinasyon gördüğü ya da ‘paranoid hezeyanlar’ yaşadığı bilinen bir gerçek olduğuna göre, -iki filmde de- Yusuf'un yere düşüp kendinden geçtiği 'nöbet sahneleri' sonrasındaki bölümlerde simgesel anlatımın özellikle coşması, bu tespitimi güçlendiriyor olsa gerek..

Velhasıl kelam, finalde gözümde biriken yaşların sebebi, fizyolojik olarak uzun süre maruz kaldığım göz kamaştırıcı ışık olabilir; peki öyleyse, aynı anda içimde bir yerlerde tomurcuklanan gözyaşlarına ne demeli?.
Evet.. Yumurta'nın üzerine Süt pek iyi geldi benim bünyeme; Bal içinse sabırsızlanıyorum..



4 yorum:

  1. Adsız15.1.09

    Yumurta'dan sonra Süt'ü sabırsızlıkla bekliyorum. Henüz taşra şehrimize gelmedi. Ama bu yazınızı okumak iyi geldi. Okuyunca seyretmek icin daha da heveslendim.

    Ayrıca yeri mi bilmiyorum ama blogunuzun yeni hali çok güzel olmuş.Çok yakışmış mümkünmertebe'ye!

    YanıtlaSil
  2. blogumun yeni halini beğenmene çok sevindim vildan.. biliyorsun bu yoldaki her türlü gayretim siz değerli izleyicilerime daha layık olmak içindir :)

    şimdilik bu yeni şablon bana da güzel görünüyor ama bundan önceki de bir zamanlar pek hoşuma gidiyordu.. onunçün, bakalım bu ne zamana kadar idare edecek..

    YanıtlaSil
  3. "Yumurta" sizin de yazıda açmaya çalıştığınız bu sinema türünün daha iyi bir örneğiydi zannedersem. İzleme gayretimize cevap veren, edilgenlikten etkenliğe geçişimizi destekleyen unsurları daha yerinde idi. "Süt" de bu bıçak sırtı dengenin biraz bozulduğu kanısındayım.

    YanıtlaSil
  4. kaplanoğlu'nun üçlemesine ve yazılarıma gösterdiğin ilgi beni geçmişe göndermeye devam ediyor selman :)
    keşke bal'ı da yazsaymışım..

    an itibarıyla emin değilim ama.. yumurta-süt karşılaştırmanda belki de haklısındır..

    ben son tahlilde, bu üçlemenin -bir bütün olarak- türk sinemasındaki yerinin devasa büyüklükte olduğunu düşünüyor, saygılar sunuyorum..

    YanıtlaSil