12.2.09

Öldür Beni :: Sen beni güldürdün Allah da seni öldürsün emi


Kanal 99'un acar olduğu kadar da cıvık muhabiri Ozan (Burak Sarımola) ve onun şoförlüğünü ve de kameramanlığını yapan yol arkadaşı Atilla (Mehmet Erbil), Anadolu'yu dolaşarak, yöresel yemekleri tanıtan bir televizyon programı yapmaktadırlar..

En son çekim yaptıkları, sadece erkeklerin yemek yaptığı bir köyde yedikleri kötü yemeklerden mideleri altüst olmuş bir halde minibüslerine binerler ve kendilerini beklemeyen yeni köylere varmak, yemeklerinden tatmak üzre yeniden yola düşerler..

Son yedikleri yemekten bozulan ağız tatlarını kutu kutu birayla gidermeye çalışan -biri şoför- şuursuz ikili, beklendiği üzre bir trafik kazası geçirir..
Ucuz atlattıkları bu kazadan sonra geldikleri Dikili'nin Yenice köyü pek sessiz, sakin neredeyse ölü bir yerdir..
Kahvenin önünde tek başına çay içen yaşlı bir adamla karşılaşan gençler tavsiye üzerine, şerbetçi Emine Ana (Aysan Sümercan)'nın evini bulur ve içeri dalarlar..

Ozan'a büyük ilgi gösterip, Hoş Memo’nun Zapazap Suyu misali kazanda hazırladığı meşhur şerbetinden tattıran (Genç arkadaşım, o güzelim beyinciğini hiç zorlama, bilemezsin bu suyu.. Asterix’in devegücütazıhızı şerbeti desem.. nasıl, bunda anlaştık mı?) ve bu arada da saçma sapan konuşan kadın, içinin pek ısınmadığı kameraman arkadaşa değil şerbet, zırnık bile koklatmaz..

Şerbeti içtikten sonra kendini bir hoş hisseden Ozan, bu duruma bir anlam verememiş; programına bir şeyler çekmek için koca köyde değil yemek yapan, doğru dürüst konuşan birine bile rastlamayınca da çekip gitmeye karar vermiştir..
Arabalarına atlayarak, geldikleri yoldan gitmeye kalkışsalar ya da tam tersini de yapsalar köyden çıkmaya bir türlü muvaffak olamazlar; tilki misali dönüp dolaşıp kendilerini yeniden köyün merkezinde bulurlar..

"Biz şu lanet köyden çıkamadık bari telefon edelim de birileri gelip bizi çıkarsın." düşüncesiyle telefon etmeye kalkışınca; böyle bir aletin henüz oralara gelmediğini öğrenirler..
Kapsama alanına giremediklerinden cep telefonunu da kullanamayınca, sonunda, köyün camisinin minaresine çıkarak, oradan kapsanmayı akıl ederler..
Yalnız Ozan Bey'e göre bir problem vardır, arkadaşına: "Bir minareye ancak bir kişi çıkabilir, sen aşağıda bekle." gibisinden 'salakça' bir laf eder..
Hadi dünyanın demeyeyim ama koca İslam aleminin, bu en saçma sapan 'minareye çıkma prosedürü' iddiasına yanıt vermekten kaçınan kameraman Atilla, içinden:"Çık bakalım çık, indiğinde görürsün şeyini." der gibi bakmakta; Ozan ise: "Hemen de yedi lan lavuk.. İtiraz etseydi zaten ikinci hamlemi yapacak, 'telefon bana ait, eh.. filmin esas jönü de ben olduğuma göre, minareye benim çıkmam kaçınılmaz..' diyecektim" şeklinde düşünmektedir..

Ozan oğlan, bir yandan minarenin merdivenlerini tırmanmakta, bir yandan da: "Ulen şu minare merdivenlerini de neden bu kadar dar yaparlar, hiç anlamam.." mealinde saçmalamaya devam etmektedir..



Az sonra aşağıdan bir de bakarız ki, bizimki minarenin şerefesinde görünmüş, elinde telefon yerine kırmızı renkli bir bira kutusu, manzaraya karşı biralanmaktadır.. (Tövbe estağfurullah!.)
Yalnız dikkat! Bu bira kutusu pek önemli bir şahsiyet olup, bu nadide filmin ilerleyen sahnelerinde sık sık karşımıza çıkacak, kendisine verilmiş olan 'laytmotif' görevini tüm simgeselliğiyle ve canla başla yerine getirecektir..

Minarenin tepesine çıktığında, oraya neden çıktığını tamamen unutmuş görünen eleman, neyse ki tepe üstü düşmeden -en mühimi de- o sarhoş kafayla ezan okumaya falan kalkışmadan minareden aşağıya iner..
İndiğinde sürpriz hazırdır, kanka deyip bağrına bastığı Atilla, arabaya atlayıp arkasına bile bakmadan köyden uzamış, her geçen saat iyice tuhaflaşan bu adamı orada bırakıp gitmiştir..

Dikili’ye bağlı Tahtalıköy’e hoş geldiniz

Ak Sakallı Dede'nin bir nevi uzun saçlı şubesi olarak ortalıkta dolaşan köyün muhtarı Hulusi Dede (Erol Alpsoykan) ise, Ozan'ın tek teselli kaynağı ve yardımcısı olarak zırt pırt yanında belirmekte, davudi sesiyle ona verdiği 'mantık ötesi' nasihatlerle, zaten 'durgun zekalı' olduğu her halinden anlaşılan oğlanın kafasını iyice bulandırmaktadır..
Emine Ana'nın verdiği içeceğin 'ölümsüzlük şerbeti' olduğuna, bunun etkisiyle de köyden kesinlikle ayrılamayacağına, muhtar Hulusi Dede'nin açıklamalarıyla da iyice iman eden Ozan’ın morali çok bozuktur..

Sayın Yönetmen tarafından, ‘ıslı mı-ıssız mı’ olduğuna bir türlü karar verilememiş gibi görünen bu acayip köyde arkadaşsız kalıp canı sıkılan eleman, kız arkadaşı Duygu (Nihan Elmas)'yu -kendisini eğlendirmek üzre- yanına getirmenin planlarını yapmaya başlar..
Ozan'ın, 'kendine has' sonu gelmeyen tavlama yöntemleriyle bir zamanlar nasıl tava getirdiğini, içimize hafakanlar basarcasına öğrendiğimiz sevgilisi, çok geçmeden köye gelir..
Büyük sevinçle karşıladığı kıza, gündüz, köyün gezilip görülmesi gereken mesire yerlerini gösteren oğlan; akşam da muhtar ve karısıyla birlikte bahçede masa kurarak mangal yakar, etin yanında rakı falan, bir güzel kafa çekip eğlenirler..

Gelgelelim, Ozan'ın ölümsüzlüğü ve oradan ayrılamaması gibi akıl almaz olaylardan Duygu'nun kafası karışmış ve haliyle tırsmıştır..
Oğlanı da arabaya atıp bir de kendisi köyden çıkmaya çalışır ama nafile..
Kız, arabanın içinde sinirinden isyanları oynarken, bunları daha önceden de yaşamış oğlanın, 'bekle sen, nah çıkarsın' der gibi sırıtarak suratına bakması ise iyice asabını bozar..

Sonuçta köyü, yanında Ozan olmadan terk edebileceğinin farkına varan kız, orada daha fazla duracak değildir; o da kameramanın yaptığı gibi, aynen uzar..
Köyün tekinsiz ahalisiyle yeniden ve sonsuza dek baş başa kalma durumundaki oğlan, kafayı sıyırmanın sınırlarında dolaşmakta ve intiharı bir kurtuluş gibi görerek bu uğurda çeşitli yöntemler denemektedir:

Bunlardan biri, iki kadının kenarında çamaşır yıkadığı dereye, boynundaki ipe bağlı koca bir taşı kucağında taşımak suretiyle, yürüyerek girme yöntemidir ki, sonuçta eleman, yavaş yavaş suya gömülür ama ölmez, üstelik, ‘sualtında boğulmadan kalma’ rekorunu da açık ara kırıp, sonra hiç istifini bozmadan, elinde yeniden beliren o meşhur 'laytmotif' kutu birayla da bu son başarısını kutlar..
Kendini öldürmek umuduyla son kez de dünyanın en bilinen metodunu uygulamaya karar veren Ozan, bir ağacın dalına bağladığı urganın ilmiğini boynuna geçirip ayakları boşlukta hafif hafif sallanarak öylece akşamı eder, sonra da aynı durumda, yani boğazından iple asılmış vaziyette mışıl mışıl uyur; sabah olduğunda ise muhtar emminin günaydınıyla gözlerini açar ve "Tüh ulan yine ölemedik.." diyerek pişmanlığını ifade eder..

Ölemeyeceği iyice kesinleşen Ozan, artık bu fiili durumdan zevk almaya karar vermiştir: Terk edilmiş, harap bir evin dışını beyaz bir boyayla boyamak suretiyle anında yeni hale getirip, hiç yoktan bir ev sahibi olur; muhtarın önerisiyle de, hazır ölümsüz olmuşken, ölümlüyken yapmak isteyip de yapamadığı bütün isteklerini gerçekleştirmek üzere, oturup bir kağıda -ciddi ciddi- bir yapılacaklar listesi hazırlar..

Genç adamın istek listesi içinde bana en göz yaşartıcı geleni, tenis öğrenmeye teşebbüs etmesi idi; ki değerli yazarımız Çetin Altan'ın kırk yıllık düşünün gerçekleştiğini gördüğümüz bu ibretlik sahne, gözümüzü yaşartmayacaktı da ne yapacaktı..
Bu uyanık ve istidatlı oğlanın, bir Türk köyünün belki de tenis bilen tek muhtarından, toprak kortta beleşe ders alması; adeta 'balta sallarcasına' bir maharetle kullandığı raketiyle de topları bir bir iteklemesi, gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı sayın seyirciler..

Filmde anlatmakla bitmeyecek nicelikte görülesi (Düşman başına!) ve ibret alınası daha çok sahne var ama şöyle bir toparlayacak olursak: Sinema perdesindeki görüntüye bile adeta göbek attıran, büyük bir sarsıntı ve gürültüyle arada sırada köye uğrayan 'esrarcengiz’ ziyaretçilerden korunmanın yollarını öğrendik; elinde koca bir güğümle ayran ikram eden, aynı zamanda bizim parlak Ozan’a göz süzmeyi de ihmal etmeyen, her ne kadar biraz çirkinse de içinin gayet güzel olduğunu tahmin ettiğimiz ayrancı kızla tanıştık; köy kahvesinde 'okey' oynarken kafaları bozulunca birbirlerine tabancayla ateş eden, ardından da "Oh be rahatladım!" falan deyip gevşeyen, ölümsüz olmanın yanı sıra, evrimlerini -bireysel olarak- geriye işletme becerisi de gösterebilmiş bir takım tiplerin 'akıllara seza' gösterisini izledik..

Sen beni güldürdün Allah da seni öldürsün emi

Filmin, eğlenceli hali 'istemeden' oluşmuş bu akla ziyan sahnelerini peşpeşe izlemekten tam manasıyla 'şok olmuş' vaziyette salondan çıktığımda, tecrübeli bir sinema yazarının bana dönüp: "Ayıp olmasın diye çıkamadım ama perdede olan bitenlere şahit olmamak için de gözümü kapatmak zorunda kaldım." dediği, senarist ve yönetmenliğini Korhan Uğur beyefendinin yaptığı Öldür Beni'nin hakkında ‘teknik ve sanatsal’ açıdan konuşmak ne kadar doğru olacak bilemiyorum..

"Türk filmleri üzerine elimizden geldiğince lütfen kötü şeyler yazmayalım." babından hep lafı edilen, malum 'iyimser' tavsiye kulaklarımda çınlıyor çınlamasına da, hiç bir iler tutar yanı olmayan bu 'kordela' hakkında -fazla incitici olmadan- ne yazmam gerektiğini arıyor fekat ne yazık ki bulamıyorum a dostlar.. Yoksa, -en azından, bunun gibi düşük bütçeyle yapılmış- Türk filmlerine pozitif ayrımcılık yapmaya her zaman hazırım ve çoğu sinema yazarı gibi ‘naçizane’ yapıyorum da zaten..

Yönetmenlik hususuna hiç değinmeden söyleyecek olursam: Öldür Beni, kötü diyaloglarla süslü 'çorba' bir senaryodan, en hafifinden 'müsameremsi' oyunculuğa; alakasız bir filmden araklanmış gibi duran müziğinden, meşum kamera cambazlıklarına kadar bir filmi film yapan tüm öğelerin bir tanesinde bile sıfırın üstüne çıkamıyor..

İddia edildiği gibi, fantastik türüne değil de ötesine layık olan, hatta -her açıdan- 'teribıl' denebilecek şaka gibi bir film, ama ne yazık ki şaka değil..


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)