7.6.09

Bir Akbank Sanat Klasiği : "Ben yaptım bal gibi de oldu" Sergisi (iki)



(Çıkan kısmın özeti: Akbank Sanat'a girdim ki bir de ne göreyim!?)

Küratör Ali Akay'ın:
"Alain Resnais’nin 1997’de gerçekleştirdiği ‘‘On connait la chanson’’ filminden ilham alarak düşünülen ‘‘Hep aynı Şarkı’’ adlı bu sergide 5 sanatçı var. Sanatçılar da filmde olduğu gibi yalnız başına çalışan kişilikler; ve de, bazı yerlerde, mekanlarda, seyahatlerde, ortak sergilerde kesişiyorlar, rastlaşıyorlar, arkadaş oluyorlar, anlaşıyorlar, beraber yemekler yiyorlar, içki içiyorlar. İnsani olan her şeyin içindeler. Bir tür ‘‘kişisel olmayan tekillikler’’ bunlar. Bazıları sırdaş bir şekilde çalışmış olsalar bile, kişisellikten uzaklaşan, kolektifleşen yanları çok fazla; doğal olarak şarkılar insanları kolektifleştiriyor.

Her biri kavramsal, mekansal, mekansızlaştıran boyutu düşünen sanatçılar. Hepsi de, aynı şekilde, dünyaya açıklar, içlerinden bazıları daha sırdaş çalışmalar yapmakta veya daha önce yapmış olsalar da. Bu anlamda hiçbiri yerellik üretmiyor; ve de, o bakımdan, dünyaya açılmaktalar. Burada da, Alain Resnais’nin birçok filminde olduğu gibi zaman ve mekan birbiri üstüne biniyor ve de zamanlar arasında gidip gelmeler gerçekleşiyor. Bu, bir tür tiyatro ile sinema karışımıdır ve dekor ve oyun birbiriyle ilişkiye girmektedir."





Diyerek, sergisinin mana ve ehemmiyetini pek akıcı bir üslupla tarif etmesinden, naçizane olarak benim anladığım şey şudur: "Dün akşam Alain Resnais’nin bu filmini seyrettim ki kendisi -you know- 'sanat' tarafı pek meşhur bir yönetmendir.. Yani, işimize gayet uyabilecek bir arkadaş olarak, daha iyisi şamda kayısıdır..
On connait la chanson'un Türkçe'sini sanat gücümü kullanarak (Eh, o kadar da olsun!) Hep aynı Şarkı yapıp, işimin en zor kısmı olan başlığı da bulmuş olurum..
Bir zamanlar el koyduğum eski işlerin bi güzel tozunu alır; kolayca ulaşabileceğim sanatçılardan aldıklarımı da bunlara ekleyerek, eserlerimizi toparlamış olurum..

Bu arada, (Yukarıda okuduğunuz.) aksinin söylenmesi pek mümkün olamayan, 'Ne desem uyar, ne söylesem aynen gider' formülüyle, birer birer ipe dizercesine oluşturduğum, 'benzersiz' sergi manifestom da hazırdır zaten.. İşte olay budur ve bitmiştir!.
Tamamen mevzudan bihaber olsalar da- vatana, millete ve Akbank'a hayırlı olsundur."

Bence Kreatör ünvanını da hak eden sayın Küratör'ü gelecek projeleriyle başbaşa bırakıp; üst kata da çıkmadan alttaki iki iş'ten de bahsedeyim..

Burada yer alan videolardan en gürültülü olanı, Wang Du'nun, medyaya, popüler kültüre eleştiri getirdiğine emin olduğum eseriydi; ki çekik gözlü birinin (Sanatçı da olabilir.) üzerinde taşıdığı bir sürü, 'ateşli silah sesi çıkaran deklanşörlü' fotograf makinasıyla, çevresindeki her şeyin durmaksızın fotografını çekmesini -ya da taramasını- göstermekteydi..

En dikkat çekici olanı ise, en dipte bir yerde olmasına rağmen, salona girer girmez insanda yanına gidip yakından inceleme isteği uyandıran, Seza Paker'in bir tablosuydu..
Bu, belli bölgesi, gayet ince ve zanaatkar bir tıraş işleminden geçirilerek, Eyfel Kulesi şekli verilmiş bir kadının, 'haliyle' çıplak vücudunun kapağını süslediği, Wad adlı bir derginin göründüğü tablo idi; ki fotografını bulup buraya koyabilseydim eğer, kendimi bu kadar karışık bir tarife zorlamamın gereği kalmazdı diye de düşünüyorum..

Kesin şimdi siz de merak ettiniz ama bunları görebilmeniz için sadece bir kaç gününüzün kaldığını söylemeliyim: 10 Haziran Çarşamba, son gün!




Mekanın birinci katında Altın Şehir adlı, Ali Akay'ın küratörü olmadığı, bir başka sergi düzenlenmişti..
Belli ki, aynı sergide işlerini de sergileyen Lynn MacRitchie ve Denizhan Özer, kendilerini küratör ilan edip, iki arkadaşlarını da yanlarına almışlar, konuşup anlaşmışlar sonra da: "Küratör de neymiş allaaşkına, kendi resmimizi, kendi lcd'mizi duvara asmaktan acizmiyiz; kendi bildirimizi kendimizin yazması çok mu zor?" deyip işi bitirmişler..
Valla helal olsun.. Hem özel küratör parasından kurtulmuşlar, hem de -şahane değilse de- alt kattakilere 'nispeten' başarılı da olmuşlar..

"Bu serginin başlığı birçok şeyi akla getirmektedir 'bir miti, bir amacı, bir arzuyu, bir umudu'
Toplumsal, politik, entelektüel ve duygusal hayatlarımızın bir sembolü olarak kent çok eski zamanlardan beri sanatçıları büyülemiştir. Politik ve dini iktidarın merkezleri, üretim, ticaret ve mübadelenin göbeği, kültür ve okumanın adaları olarak kentler kendilerini üreten medeniyetlerin hakim ideolojilerini cisimleştirirler.

Şimdi, tarihte ilk kez, kent sakinleri kırsal bölgelerde yaşayanlardan sayıca fazla durumdadır. Gökdelenler ve gecekondu bölgeleri dünyanın her yanına yayıldıkça kentler giderek birbirine benzemekte, muazzam kalabalıkların anonimliği içerisinde bireyi yutmaktadır.

Bu sergide, Lynn Mac Ritchie, Alexey Moskvin, Lütfi Özden ve Denizhan Özer, içinde yaşadıkları ve çalıştıkları farklı kentleri incelemek için video, enstalasyon, fotoğraf ve resmi kullanarak, güncel kent deneyiminin farklı yönlerini ortaya koymaktadırlar."

manifestolu bu sergi, anlaşılan, tamamen Lynn Mac Ritchie'nin The Golden City adlı çok videolu ve çok ekranlı enstelasyonu baz alınarak geliştirilmiş..




Sanki Mac Ritchie: "Arkadaşlar ben işimi şu köşeye yerleştiriyorum, siz de mevzuya uygun işlerinizi kafanıza göre koyun bi yerlere; ama yapıtımın Altın Şehir olan pek fiyakalı adını da gözden kaçırmayalım lütfen." demiş gibidir..

Genel olarak, yukarıdaki söylemde dikkat çekilen önemli hususları -nitelik ve nicelik olarak- yeterince irdelemekten ve vaat ettiği beklentileri karşılamaktan uzak, 'mütevazı' bir sergiydi Altın Şehir..
Pek de etkileyici olamayan The Golden City adlı iş bir yana bırakılırsa, Lütfi Özden'in gayet başarılı bulduğum, doğaya sırtını dönmüşlüğüne vurgu yapılmış ve 'figürsüz' bırakılmış kentlerin, bütün 'engelleyici' yapaylığının ve de karabasanı andıran kaotik çarpıklıklarının dışa vurulduğu resimleri, doğrusu övgüye değerdi..


Denizhan Özer'in, kent sokaklarının 'süsü' duvar yazıları ve graffitilerle; yine sürekli inşaat halindeki ya da ihracat ve ithalat telaşındaki kentlerin değişmez manzaralarından iskele konstrüksiyonları ve de özellikle dev vinçlerin fotograflarından müziklendirilerek hazırlanmış video ise oldukça zayıf bir çalışmaydı.. Hem de salona girenleri -en azından beni- sergilendiği odaya aceleyle koşturtan, iki şahane Pink Floyd parçasının çekiciliğine rağmen..


Eğer gitmediyseniz (Ki üzülmeyin kesinlikle bir şey kaçırmış değilsiniz.) ve gitmek için benim de yazmamı, daha doğrusu keyfimi beklediyseniz artık çok geç.. Çünkü bu sergi için maalesef hiç gününüz kalmadı, sanırım kendisi dün hitama erdi..

Bir başka sanatsal etkinlikte tekrar buluşmak üzre hoşçakalın sayın sanatseverler ve sever gibi yapanlar.. (Landlord, sen de hoşçakal!)



1 yorum:

  1. Adsız22.1.10

    aynı sergiyi gezip görmüş biri olarak.. böylesine "üst düzey" olumsuz yorumlar yapan bir başka izleyiciye rastlamış olmak şaşırttı doğrusu. her sanatsal etkinlik elbette sanat eleştirisini de beraberinde getirir ancak hakarete varan olumsuzlamaları ben çok da etik bulmadığımı ve haksızca görünen bu üsluba şaşırdığımı belirtmeden geçemedim. referanslarınızı da çok merak ettiğimi söylemeliyim...

    YanıtlaSil