8.9.09

Yaşasın Tam Bağımsız Amerikan Sineması!


'Bağımsız Sinema' denen kavramı son olarak, yine mutat bir yazıyla 'ıncığını cıncığını çıkardığım' Sunshine Cleaning'i izledikten sonra düşünmeye başlamıştım..

Belki siz pek farkında değilsiniz ama benim düşünmeye ve hemen akabinde de yazma eylemine girişmem epeyi mühim bi hadisedir..
Bu pervasız girişimin husule getirdiği, düşünce ve yazı alemindeki tahribat oranının, malum ormandaki Fantom'un on kaplan gücündeki yıkım şiddetini dahi aştığı, bazı tarafsız otoriteler tarafından değişik ortamlarda zikredilmişti ki büyük ihtimal siz de duymuş olmalısınız..

Her neyse efendim.. Şimdiye kadar eğer farkına varmadıysanız, yukarıdaki bu girizgahtan sonra anlamışsınızdır ki; bu kalemden çıkacak herhangi bir yazı -ne yaparsa yapsın- asla bir bilimsel makale olamayacaktır..
'Bu kalem' derken, gerçek yer ve zamanlarla, gerçek isimlerle, kronolojik tarihlerle ya da tarihi, bilimsel tespitlerle arası hiçbir zaman iyi olmamış bir naçizane adamdan bahsediyorum ey okuyucu!
Haftalık film yazılarımda yapmak zorunda kaldığım, bu türden, resmi ve istatiksel bilgileri arayıp bulma, hemen arkasından da ilgili yazıda 'mecburen' sıralama işleminin, aşırı hassas bünyemi hayatımda karşılaştığım en dayanılması zor acılara gark ettiğini hiç duymuş muydunuz peki?.




Hollywood İstilası Mağduru


Bakmayın bana siz! Bu hususta abarttığım kadar da tın tın sayılmam canım!.
Hollywood Film Sanayisi'ni Amerika'da, dolayısıyla da Dünya'da -mümkün olduğu kadar- 'tek tabanca' bırakmama; en azından, bu egemen endüstrinin üretim şablonuna bir alternatif oluşturabilme amacıyla hayata geçirilmiş Sundance Film Festivali'nin, konumuzla doğrudan ilgisini bilirim mesela..

Bu cümleden olarak, 'Bağımsız Sinema' olgusunu yaratan ortam ve koşulları, sadece ve sadece  'Amerikan Bağımsız Sineması'nın -tam olarak- karşıladığını da düşünürüm..
Oysa ki bu terim, Avrupa Ülkeleri Sineması hatta Türk Sineması için bile kullanılıyor ki bence oldukça yanlış yapılıyor..
Bu ülkelerdeki anaakım (mainstream) sinemanın dışına çıkan filmler ve sinemacılar (Örneğin Türkiye'den Zeki Demirkubuz) için bağımsız değil de, 'alternatif' sıfatı belki çok daha uygun olacaktır..
Zira, bu kavramın tam anlamıyla ortaya çıkabilmesi için -herhangi bir ülkede- ABD'nin Hollywood'u gibi, sektör üzerinde tam bir hegemonya kurmuş bi oluşuma ihtiyaç vardır.. Bu da zaten, dünyada sadece -adı üstünde- Hollywood'a has bir gerçekliktir..

"Hayırdır Numan Serteli?. Yan gelip de oturduğun koltuktan gözlediğin filmlerin hikayesini süsleye püsleye anlatmaktan caydın da şimdi karşımıza geçmiş sinema dersi vermeye mi kalkışıyorsun?" diyerek -çok rica ederim- üstüme gelmeyin lütfen..
Hazır, düşünmeye başlamışımdır ve hep aklıma takılı bir mevzuyu dillendirmeye de fırsat çıkmıştır.. İşte olan biten sadece budur; paniğe kapılmaya hiç gerek yoktur..

Kırk-elli yıldır sinema perdelerine gözlerini dört açarak bakan şu naçizane kulunuz, yıllar önce -elbette ki çok yoğun Hollywood istilası nedeniyle- bir bıkkınlık içine girmişti..
İşte tam da bu ahval ve şeraitte titreyip kendime gelmemi sağlayan; sinemaya olan aşkımı ve inancımı yeniden tazeleyen şu 'bağımsızcılara' olan şükranlarımı sunmak için -gözümü de karartarak- haddimi aşayım dedim..


Zeki ağbi


"Hayat kadar yarım bırakılmış ve onun kadar eksik"


Film sektörünün egemen olan oluşumundan ayrı kalmayı, kendisini, "Hollywood'un dışında ama çevresinde dolanalım da hiç değilse biz de şu muhteşem pastadan dökülen kırıntılarla geçiniveririz" mantığıyla savunan, 'asalak' bir ekonomik bağımsızlık olarak da düşünmemeliyiz hiç kuşkusuz..

Gerçi bu mevzuya hiç girmesem daha iyi olacak.. Zira, mütekait maaşıyla geçinmeye çalışan ve yapabileceği üç kuruş tasarrufunu Bank of Yastıkaltı'da değerlendirmeye çalışırken bile eli ayağına dolaşan; yani iktisadi konularda gayet 'nanay' bir adam olarak şu bağımsızlık olayının bendenizi ilgilendiren yanı, ekonomik yönü değil elbette..
Bütçesi kadar ortaya koyacağı içeriğin de bağımsız olmasına dikkat eden, bir süre sonra artık betonlaşan 'sinemasal kalıpları' kırarak, ayağına vurulan kelepçenin kilidi olmuş klişeleri parçalayan; bütün bunları yaparken birilerine hesap vermeme bahtiyarlığını da yaşayan bu sinemacıların verdiği gayet leziz eserlerdir beni ilgilendiren..

Bir şeyin ya da herhangi bir olayın öncesini ve sonrasını -hem de mantıklı bi şekilde- seyirciye göstermeden 'gerçekten' var olamayacağını, hatta düşünülemeyeceğini savunan; hikaye içinde gelişen herhangi bir eylemin -en geç olarak finalde- iyi ya da kötü bi şekilde sonuçlanmasını mutlaka şart koşan; muallakta kalmanın ise dünyanın en rahatsız edici şeyi olduğu yalanını, bir uyuşturucuya alıştırır gibi biz tembel bünyelerin damarlarına zerk eden Hollywood'a, hem de hayatın ta kendisini göstererek bi güzel nanik çeken bu güzel sinemacıları sevmemem ne mümkün!.

Bir yerde okuduğum ama yazarını unuttuğum, "Hayat kadar yarım bırakılmış ve onun kadar eksik" sözü, 'bağımsız' filmlerin özünü bence en güzel şekilde yansıtır..

Elbette ki gerçek hayat, -her zaman- Hollywood'un iddia ettiği gibi değil, çoğunlukla bağımsızcıların gösterdiği doğrultuda, teklifsizce akar.. Öncesiz, sonrasız, mantıksız ve de sonuçsuz..