26.10.09

Taking Woodstock :: Barış ve Müziğin En Güzel Üç Günü İçin


Önce Amerika'yı, oradan da dünyayı salladığı günlerde, bıyıklarımın yeni yeni terlediği çağlarımda olsam da Woodstock Festivali'nden haberdar olduğumu pek hatırlamıyorum doğrusu..
Hiç şaşırmayın..
O yılların gerçeği buydu evlatlarım..
Hem içine, hem de dışına kapalı bir ülkenin pek fukara halkının, hepten kavruk kalmış çocuklarından biriydim ben de..
Dünyadan tamamen habersiz, ancak bir Türk'ün tüm dünyaya bedel olduğuna samimiyetle inanmakta hiçbir tereddüt göstermeyen, fakir ama mutlu bir çocuk..

O günkü 'mutluluğu' bugünkü şartlarla anlamaya kalkışmayın, anlayamazsınız.. Sadece, kendinizi boşa yıpratmış olursunuz..
Şu kadarını söyleyeyim: Bilmemenin ve görmemenin, otomatikman devreye soktuğu gerzekçe bir mutluluktu bu.. (Farkındayım, biraz ağır kaçtı ama söylemeliydim.. Biz değil, bizi bu hale düşürenler utansın!)

O günlerdeki, teknoloji, haberleşme ve bilgilenmede yerlerde sürünen düzeyimize hiç girmeden söyleyecek olursam: Benim için en basitinden mutluluk, anamın elime tutuşturduğu ekmek arası peynir-domatesten her ısırık alış sonrası, Teksas veya Tommiks maceralarına dalıp gitmekti..

Bu laz bakkal değil yankee bakkal

Laz bakkalın vitrinine dizilmiş -büyük ihtimal İncirlik gibi Amerikan üslerinin çöplüğünden toplanmış- içi boş kola kutularının kumbara olarak halka satıldığı bir dönemden bahsediyorum..
Ki şişeli haliyle daha yeni tanıştığımız bu asitli içeceğin böylesi rengarenk kutuların içinde de satıldığını, çok uzun yıllar sonra ancak öğrenebildik.. Öğrendiğimizde, başımızın göğe erdiğini de hemen ekleyeyim..

Analarımızın bilgilenme düzeyi de biz çocuklardan farklı değildi elbet..
Geleneksel kadınlar arası kabul günlerinde biricik dış kaynaklı mevzu, çocuk doğuramadığı için İran Şahı Rıza Pehlevi’den ayrılmak zorunda bırakılan Mahsun Prenses Süreyya'nın yürekler dağlayan hikayesiydi..

Ayağına giyecek doğru dürüst tek bir pabuç alabilmek için bile kocalarıyla sürekli kavgaya tutuşan bu kadınların, kendi o zavallı hallerine bakacaklarına, şahsız kalmış fakat Paris'te prenses hayatı yaşayan bir kadın için dertlenmeleri, hiç kimselere tuhaf gelmezdi..

Şöyle böyle bir on yıl, bu kadının gördüğü ilgi yoğunluğunun hiç değişmediğini ben şahsen tespit etmiştim..
Şu an bile -bulabilirseniz eğer- o analarımıza Süreyya'yı sorun, hemen akabinde: "Vah canııım.. vah benim hüzünlü prensesim vah!" deyu yazıklanmazlarsa, ben de hiç bi şey bilmiyorum..

Konumuza dönecek olursak..
Bir kaç yıl sonra, ana-babalarımızın 'bitli' ya da 'saçlı' dediği hippileri, Katmandu'ya falan giderken uğradıkları Sultanahmet civarında, kafaları dumanlı olarak yerlere yayılmış vaziyetteki halleriyle görüp tanıdık..

Adeta tek bir organizma gibi ağır ağır devinen kızlı, erkekli ve çok renkli birlikteliklerini, 'dünya yıkılsa umurumuzda değil' tavırlarını falan çok sevdim ben..

Bu dönemde ayrıca, önce Rock müziğiyle tanışmış; sonra da, bu müziğin tarihindeki en büyük buluşma olan Woodstock olayının -bir kaç yıl gecikmeyle de olsa- farkına varmıştım..
Daha sonra ise çok uzun yıllar boyunca, beni 1969 yılının o kutlu ağustos günlerindeki Woodstock'a alıp götürüverecek bir zaman makinesini bekledim, durdum umarsızca..

Woodstock Olmadı White Lake Olsun

Yıl 1969.. Hafta sonları falan, New York'ta iç mimarlık da yapan Elliot Tiber, kentin dışında bir sayfiye yeri olan Catskills‘te El Monaco adlı bir moteli işleten babası Jake ve annesi Sonia'yla birlikte yaşamaktadır..

Bu Yahudi Tiber ailesinin en başat ve en 'sinir küpü' elemanı, anne Sonia (Imelda Staunton)'dır..
Baba Jake (Henry Goodman), karısının aksiliği az çok kendisine bulaşmış da olsa, yıllarca bu çekilmez kadını çekmeyi başarabilmiş, oldukça sessiz sayılacak bir adamdır..

Biraz da sahiplerinin bu aksilikleri nedeniyle azalan müşteri sayısı ve artan borçlar nedeniyle zor duruma düşen, köhne kulübelerden ibaret motele, en sonunda banka da haciz koymuştur..
Eliot (Demetri Martin), bir yandan haciz işlemini ertelemeye çalışmakta, bir yandan da motelin koşullarını imkan dahilinde iyileştirerek, müşteri sayısını çoğaltmayı amaçlamaktadır..

İşte tam da bu olumsuz şartlarla cebelleşirken, komşu kasaba Woodstock'ta yapılması planlanan devasa bir konser için verilen iznin belediye tarafından iptal edildiği haberini alan Elliot, hem kendisinin ve ailesinin, hem de komşularının kaderini tamamen değiştirecek bir girişimde bulunur..

Festival yapımcısı Michael Lang’i arayarak, bu organizasyon için, kendi motelini ve arsasını kullanabilecekleri teklifinde bulunur..
Elliot'un elini güçlendiren önemli bir husus da, şahsen burada her yıl küçük çapta bir müzik festivali düzenlemiş olduğundan, hazır alınmış bir izne sahip olmasıdır..
Ayrıca motelin, buranın ahırını kendilerine mesken edinmiş, icabında çırılçıplak vaziyette oynama cesareti de gösterebilen, 'alternatif' diyebileceğimiz bir tiyatro kumpanyasına ev sahipliği yaptığını da belirteyim..




Tamam.. Jimi Hendrix, Janis Joplin ve The Who gibi hayranı olduğu devasa isimlerin konser verecek olması Elliot'u çok heyecanlandırmıştır belki ama onun asıl amacı, şu köhne motellerine biraz para kazandırmak, somurtuk ebeveyninin yüzünü birazcık olsun güldürebilmektir..

Aslında Eliot, yaptığı teklifin önemiyle ve ortaya çıkacak sonucun büyüklüğüyle ilgili, neredeyse anası, babası kadar bile öngörü sahibi değildir..
Tabii.. Daha da aslına bakarsanız.. O kadar tecrübe sahibi Woodstock Festival'i yapımcılarının, nasıl bir devi uyandıracaklarından habersiz olduğunu da pekala söyleyebiliriz..

Ve bir helikopter, özenle hazırlandığı dikkatli gözlerden kaçmayan hippi kıyafetli ve afro saçlı sarışın bir oğlan olan yapımcı Michael Lang (Jonathan Groff) ve de arkadaşlarını; ayrıca, diğer resmi işlerde görevli, siyah takım elbiseli bir takım adamları motele getirir..
Ancak motel ve alanın, düzenlenecek festival için oldukça mütevazı kalması, çevrede daha geniş bir yerin aranmasını gerektirir..
Elliot'un tavsiyesi üzerine, motelin biraz ilerisindeki White Lake'de bulunan, New York'un en büyük süt üreticisi Max Yasgur'un geniş çiftlik arazisi bu iş için kiralanır..

Kira bedeli olarak alacağı beş bin dolar karşısında başlangıçta göbek attığını gördüğümüz Yasgur (Eugene Levy)'un, daha sonra konserin büyüklüğünü öğrenmesiyle, fiyatı yetmiş beş bin dolara çıkarması enteresandır tabii..
Bu 'küçük' ayrıntı da bir problem olmaz ve kısa bir süre içinde, tüm festival sürecini yönetecek Woodstock personeli, Elliot'un El Monaco'suna yerleşir; Yasgur'un arazisi de büyük buluşma için hazırlanır..



Müzikal Bir Fenomen

İptal edilen Woodstock için önceden biletini almışlar başta olmak üzere yığınla genç, ilan edilen yeni festival alanına gelmeye başlamıştır..
El Monaco'nun odaları dolmuş, yaşlı Tiberlerin asla gülmeyen yüzleri -neredeyse- gülmeye başlamıştır..
Hatta 'uyanık' bayan Tiber, her odayı perdelerle bölerek üç ayrı oda haline getirmiş; bu hususta ne denli ustalaştığına daha sonra şahit olacağımız üzre, dolarları istiflemeye başlamıştır..

Konserin tanıtımı için yapılan basın toplantılarından birinde, konuşmayı -ev sahibi olarak- Elliot Tiber yapacaktır..
Hafiften 'kafası iyi' vaziyette basın toplantısına katılan oğlan, biraz, bu yüzden dili sürçtüğünden, biraz da İngilizce'de hem özgür, hem de beleş anlamlarına gelen 'free'nin azizliğine uğramasıyla, yanlış anlaşılır..
Olayı basından takip etmekte olan ülkedeki yüz binlerce genç, bu hem şahane, hem de 'bedava' konsere katılmak üzere yola düşerler..

İki-üç hafta içinde, yarım milyon insan, çiftçi Yasgur'un uçsuz bucaksız çayırını doldurmuş; bir o kadar genç de tamamen tıkanmış otobandan buraya ulaşmak için çabalamaktadır..
Çok açıktır ki o yanlış anlaşılma olmasa, bu organizasyonun bu denli devasa hale gelmesi pek mümkün olmayacaktır..

Tiberlerin işlerinin açılmasıyla adeta yağan dolarların kokusu, her yerde olduğu gibi burada da bazı asalaklar tarafından alınmakta gecikilmez..




Haraç almaya gelen mafya bozuntularını bi şekilde püskürten aile, yine de, kadın kıyafetleri giydiği halde, 'bodyci' erkeksi özellikleri daha bi belirgin olan, travesti Vilma (Liev Schreiber)'yı güvenlik görevlisi olarak tutarlar..
Bu her haliyle ilginç insan, işine sadakatinin yanı sıra sevecenliğiyle de, ailenin dostu olmasını bilir..

Festivale olan bu olağanüstü ilgi, sadece Tiberlere ya da Yasgur'a yaramaz tabi..
Olayın başında, "Arlanmaz, utanmaz bir sürü pis hippi başımıza bela olacak" diyerek bu girişime karşı çıkan kasaba esnafı, artık, bir anda başlarına konan bu talih kuşundan yararlanmanın peşindedir..
Şöyle söyleyeyim: Bir şişe suyun değeri en son bir dolara kadar çıkar!.

Daha sonra fiyatlar ne kadar uçtu bilemiyorum..
Zira bendeniz bir süreliğine, Grace Slick'in rüya gözlerine dalmış, Janis Joplin'in rüzgar saçlarına karışmış gitmiştim..
Hayalimde tabii.. Başka nerede olacaktı?.
Ne, zamanında şu gözlerle görmüşlüğüm vardı onları, ne de bu filmde gösterdi onlar, o güzelim suretlerini..



Sonunda festival başlamıştır..
Doğrusu, festival tanımını da aşan bir öneme haiz, dünyanın ilk kez karşılaştığı, müzikal bir fenomendir bu başlayan..
Bu sırada, bizzat müthiş bir deneyimden geçecek olan Elliot için de, ailesi için de ve bi şekilde bu olayın etkisinde kalacak milyonlarca genç için de bir dönüm noktası olacaktır bu başlayan.. Toplumsallığı inkar edilemese de, bireysel yanı da oldukça güçlü bir 'muhalif gençlik' hareketidir burada yaşananlar..

Cümleten Kafayı Bulma Partisi

En son 2007 yılı yapımı, tutkunun zirve yaptığı filmi 'Lust, Caution' ile kendisine olan hayranlığımı perçinleyen Tayvanlı yönetmen Ang Lee, Elliot Tiber ve Tom Monte'nin kendi anılarından yola çıkarak yazdıkları otobiyografik roman 'Taking Woodstock: A True Story of a Riot, a Concert, and a Life' tan uyarlanan bir senaryoyu kullanarak -tek bir konser görüntüsü dahi vermeden- Woodstock ruhunu ve de enerjisini tam anlamıyla hissettiren bir film yapmayı başarmış..




Özgür Woodstock, beklentilerimin aksine, kamerasını hiç bir zaman ana sahneye yöneltmeyen, o anda yüz binlerce kişinin izlediği dev sahneden yankılanan müziği -zaman zaman- derinden gelen bir fon sesi olarak duyuran, müzik ile ilgili ama müzikal olmayan bir film..
Hatta öyle ki, konserlerin verildiği alana, ancak festival bittiğinde, kahramanımız Elliot ile birlikte girmemiz mümkün olabiliyor..
Bunun dışında film, ya motel sahasını ya da gençlerin konakladığı, devasa bir panayır yerini andıran, festival alanı çevresindeki bölgeyi plato olarak kullanıyor..

Anne babasının biricik oğlu olan Elliot'un, aynı zamanda bir eşcinsel olduğunu da göz önüne alarak- Brokeback Mountain ile 'geylik' hususunda 'sabıkalı' hale gelmiş yönetmen Ang Lee, belki de 'yoğurdu üfleyerek yeme' tercihiyle, hassas olduğu kadar tahripkar ya da 'tahrikkar', sakıncalı olduğu kadar da ilgi çekici bu mevzuya, fazla rahatsız edici olmayacak bir biçimde değiniyor..
Filmin bu hususta çok da bariz deliller sunmamasını, oğlanın cinsel yönelimini ulu orta yaşamaktan pek hoşlanmamasına ve durumunu ailesinden gizli tutmaya çalışmasına da yorabiliriz..

Bir başka açıdan, 'tarihin en büyük cümleten kafayı bulma partisi' olarak da nitelendirilebilecek Woodstock'un bu özelliğini mükemmel bi şekilde ortaya koyan sahneler de oldukça çarpıcıydı..
Hele, konseri izlemek yerine, uyuşturucuların da yardımıyla minibüsleri içinde yarattıkları, 'psychedelic' ve 'kaleidoscopic' evrenlerine Elliot'u da katan bir çiftin yer aldığı sekansın muhteşemliğine ise ancak şapka çıkarılabilir..




Konserler dahil bütün olan bitenleriyle Woodstock 69'u anlatan, Oscar ödülü de kazanmış, 1970 yılı yapımı bir belgesel filmin varlığını biliyoruz..

Bir kurgusal film olarak Taking Woodstock ise, Vietnam Savaşı'nın elan sürdüğü, ancak buna karşı aktif ya da pasif her türlü direnişin ve "barış" seslerinin alabildiğine yükseldiği bir dönemde yaşanan bu tarihi gerçeğe, başından sonuna kadar koruduğu mizahi bakış açısını hiç yitirmeden ve 'tarafsızca' bakıyor..
Film bunu yaparken, çevre ve karakter düzenlemeleriyle, dönemin havasını öylesine kusursuz bi şekilde ortaya koyuyor ki, tüm kurgusallığına rağmen, bir belgesel gerçekliği de her karesinde hissedilebiliyor..

Ang Lee'nin 'tarafsızlığını' ortaya koyan en önemli detayın, konunun elverişliliğine karşın, romantizme hiç yaslanmaması gösterilebilir.. (Örneğin, bu filmi ben çekecek olsaydım eğer, siz görürdünüz o zaman duygusal coşkunun nasıl alabildiğine patladığını!)
Dışardan bakıldığında- kendiliğinden gelişen saf bir gençlik hareketi gibi duran (Elbette olayın bu yönünün de var olduğu yadsınamaz.) bu tarihi olayın arkasında -daha doğrusu- temelinde istiflenmiş duran 'sermayeye' film içinde dikkat çekilmesine, yine bu açıdan bakılabilir..

8   /10


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)