17.12.09

'12. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali' ardından


Çeşitli konular üzerine yapılan bir takım araştırmaların -son tahlilde estetik kaygılar da taşıyarak- seyirciye yansıtılmasına dayanan bir sinema türü olan belgesel sinema ya da kısaca belgesel -bazen gözden kaçsa da- aslında sinemanın tam başlangıcını işaret eder..

Dünya sinema tarihinin ilk filmi kabul edilen Lumiere kardeşlerin 'Trenin Gara Girişi' filmi aynı zamanda ilk belgeseldir de..

Daha sonra dramanın ya da kurgunun olaya dahil olmasıyla alıp başını giden sinema sanatının alt yapısında, belgeselin o eski ama derin izini hissetmemek ne mümkün?.

Bu gerçek, biraz da geçen zamanla öyle bir su yüzüne çıkar ki daha önce sırf draması/hikayesi için izlenmiş bir film, artık hem oyuncularının yıllar önceki görünüşlerinin, hem de çekim mekanlarının eski günlerdeki durumlarının ön plana çıktığı bir belgesel değeri kazanmıştır..
Örneğin benim, eski Yeşilçam filmlerine bugünkü yaklaşımım -anlattığı hikayeden tamamen azade olarak- çocukluğum başta olmak üzre, bir zamanlar İstanbul'unun ya da Türkiye'sinin şehir ve insanlarına hem mimari, hem de sosyal açıdan, meraklı gözlerle bakmaktan ibaret hale gelmiştir..




Belgeselin, sinema sanatının temelinde tuttuğu yerin önemini ortaya koyma yolunda giriştiğim bu kısa girizgahtan amaç, dünyada ve ülkemizde salt 'belgesel film' üzerine çalışanları bir araya getirmeyi hedefleyen 1001 Belgesel Film Festivali'ne sözü getirmektir..
Aynı şekilde, bu girizgahı daha geliştiremeden bir bıçak gibi kesen bu paragrafın varlığı da, nedense son günlerde vuku bulan; ancak bir türlü, tam anlamıyla da beceremediğim, 'kısa yazı yazabilme' hevesimdir..
(Korkarım ki emelime bu yazıda da ulaşamayacağım.. Bakalım, yine de kısmet diyorum.)

Festival kitapçığının ön sözünde, Belgesel Sinema: “...Dünya insanlarının kendilerini ifade edebilmelerinin, kendileriyle yüzleşmelerinin, birbirlerini anlayabilmelerinin ana araçlarından biri.." olarak gösteriliyor; "..gerçeklik arayışının estetiği ve geleceği tasarlamanın yaratıcı yolu..” şeklinde de belgeselin bu mükemmel tanımlaması nihayete erdiriliyor.. Ki bu saptamanın üzerine ben bile (Breh breh!) bir ekleme yapamam doğrusu..

"Şimdi gerçekleri görme zamanı!" sloganıyla işe başlayan festivalimiz, geçtiğimiz cuma günü sona erdi..
Her zamanki gibi İstanbul'da tertiplenen ve bu yıl on ikincisi idrak edilen festivalin, diğerlerinden farklı olarak, filmler arasında herhangi bir yarışma yapılmamasından kaynaklanan 'dostluk' ruhuyla birlikte, bir şenlik havasında geçtiği söyleniyor..

"Söyleniyor derken ne demek istiyorsun? Sen olaya pek katılmadın galiba Numan efendi!" mealinde iğnelemeniz gayet normal.. Yalnız, böyle düşünmekle hem haklı, hem de haksız olma ihtimaliniz bulunmakta maalesef..
Açıklayayım..
Haklısınız.. Çünkü bu festivalin o kadar da içinde olup, bir şenlik havası içinde, neşeyle yuvarlanmak pek kısmet olmadı özüme..
Haksızsınız.. Zira, binbir film içinden de olsa, seyreylediğim üç adet filmle festivalin bi tarafına tutunmuşluğum da oldu yani..




Bütün filmleri görmüş olsan dahi, vaat edilen, ancak bi şekilde gizlenmiş sırra vakıf olabilmen ne yazık ki mümkün olamayabilir..
Bu sebeple, gördüğüm üç adet film sayısını sakın küçümsemeyin..
Bu aslında sandığınızdan da büyük bir önem arz ediyor.. Şöyle ki:
Devlet Bahçeli, hatırlarsanız eğer, MHP'nin 40. kuruluş yıldönümüyle ilgili olarak, oldukça gizemli, hatta tüyleri diken diken eden bir hesap yapmıştı hani: "Ülküdaşlarım.. 2009 yılındayız.. 2009'un sıfırlarının üzerine çarpı koyun, atın.. Ne kalır, 2 ile 9.. 2 ile 9'u toplayın, etti 11.. Şimdi de 29'la 11'i toplayın, etti 40.. Yaa.. Bu bir tesadüf olabilir mi?."

İşte dinleyenleri dumurdan dumurlara sürükleyen bu gizemli sırdan bi şekilde faydalanmanın sırası artık bende sayın seyirciler: Festivalin adı 1001 belgesel film.. 1001'in sıfırlarının üzerine çarpı koyun, atın. Ne kalır, 1 ile 1.. 1 ile 1'i toplayın, 2 eder.. Şimdi de 11 ile 2'yi toplayın, 13 eder.. Önce sıfırları atmıştık ya.. Şimdi de sıra 1'de, atın 1'i atın.. 3 kaldı di mi?
Yaa?! Benim sadece üç adet film izlemiş olmamı küçümsemekten artık vazgeçmiş olmalısınız..

Brian & Co. Parliament Square SWI

Şimdilerde adı artık 'Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi' olan Tünel'deki bina, bir zamanlar iki ablamın da nikahının kıyıldığı, Beyoğlu Evlendirme Dairesi idi..

Birincisinde çocuktum ve ilk ve de son takım elbisemi işte o gün giymiştim..
İkincisinde ise, gençliğe yeni adım atmıştım; ki beni öyle takım elbiseye sokacak ya da boynuma kravat bağlayacak zavallı adamın aklına, valla şaşardım..

İşte o mekanın kapısından uzun yıllar sonra bir daha geçtim.. Ve bu sırada yalnız da değildim.. Tesadüf eseri yolda karşılaştığım ve çok sevdiğim -hem de profesyonel- bir sinema yazarı arkadaşı da oraya sürüklemiştim..
Lakin, çoğu sinema yazarı gibi onun da bu tür 'vizyon dışı' filmlerden uzak durduğunu anlamakta gecikmedim ve cebren sokmuş olduğum bu kafesten uçup gitmesine göz yumdum..
(Yok o kişi sandığınız gibi Landlord değil.. O olsa zaten açıkça adını yazarım, hiç affetmem.. Yalnız bu açıklamadan, Landlord efendi bu hususta onlardan farklıdır, anlamı da çıkarmayın lütfen.)

Aynen kısa filmde olduğu gibi, belgesel filmlerden de bu 'resmi kaçış' önceleri bana oldukça tuhaf geliyor, büyük hayal kırıkları yaratıyordu belki ama artık alıştım..




Umduğumdan da konforlu bulduğum salonun önlerdeki bir koltuğuna yerleşmiş, filmin başlamasını bekliyordum ki arkamda yer alan bölümdeki hareketlenmeler gözümden kaçmadı..
Büyük ihtimal, izleyeceğimiz film Yumiko Hayakawa adlı bir Japon yönetmene ait olduğundan dolayı salonun bir kısmını dolduran Japon dostlarımız, geleneksel fotograf çekme aktivitelerine ara vermeden burada da sergiliyorlardı..
(Böyle kolayca yazdığıma bakmayın, bu dostları ta Japonya'dan, hem de bu salona getirebilecek motivasyonu habire düşündüm durdum; lakin hiçbir sonuca varamadım.)

On beş, yirmi dakikalık gecikmeyle film başladı..
Brian & Co. Parliament Square SWI, Brian Haw adlı bir İngiliz vatandaşının, 2001 yılında Londra'da, Parliament Square'de başlattığı ve günümüze dek sürdürdüğü savaş karşıtı eylemine, çeşitli açılardan yaklaşarak, mükemmel bi şekilde anlatıyor..




Zamanla sayıları artan, kendisini destekleyen birkaç kişiyle birlikte, meydanın bir köşesine küçücük çadırlarla kamp kurmuş olan Brian, günün 24 saati orada yaşıyor..
Kaldığı yeri çevreleyen afişler, pankartlarla ve bizzat haykırışlarıyla, ABD'yi ve ona bağımlı olan İngiltere hükumetini, Irak'ta ve Afganistan'da sürdürdükleri insanlık dışı savaşlar nedeniyle protesto ediyor; ayrıca, her türlü savaşı da lanetliyor..

Babasının İkinci Dünya Savaşı'nda keskin nişancı olduğunu öğrendiğimiz Brian Haw, gençliğinde 'beş parasız' dünyayı dolaşmış bir hippidir.. Bu arkadaş, başından hiç çıkarmadığı o seyahatlerden kalma iki eski şapkadan mamul bir şapka ve onun üzerine iğnelenmiş bir sürü rozetlerle tanınmaktadır..

Parlamento Meydanı'nda konuşlandığı yer, çeşitli bahanelerle hareketlenen polislerin sürekli müdahalesiyle değiştirilen; hatta Tony Blair'in uyguladığı yasalarla gerileyen İngiltere demokrasisinin zorlamalarıyla, resmen taciz edilmeye de başlanan barış yanlısı Brian'ın, verdiği mücadelede geri adım atmaya hiç niyeti yoktur..




Her saat, bu adamın eylem koyduğu meydandan otobüsle geçtiğinden, bir süre sonra etkilenerek Brian'ın destekçilerinden biri haline gelen belediye otobüsü şoförü Maria; zamanında komünist bir aktivist olan, seksen yaşındaki eski tüfek bir beyefendi; Brian'ın iyi beslenemediğini ve güçten düştüğünü fark ederek, ona sürekli kendi eliyle yaptığı ev yemekleri taşıyan, kukla oynatıcısı dul bir bayan..

Brian ve bu destekçilerinin hem eylemlerine, hem de özel dünyalarına fazla kaliteli olmadığı çekim sonuçlarından da kolayca anlaşılan bir kamerayla dalıveren yönetmen Yumiko Hayakawa, ayrıca, meydanın zaman içinde değişen her halini (Örneğin, Kraliçenin parlamentoyu ziyareti ve yeni yıl kutlamaları sırasında insanlarla dolup taşan meydandaki 'ev sahibi' eylemcilerin vaziyetleri falan.) o kadar başarıyla filme yansıtıyor ki, yarattığı 'sıcak ortam'la, değme dramaları cebinden çıkararak, filminin 'gerçek' kahramanlarını adeta bizden biri gibi görmeye başlıyoruz..
Bunu yaparken, kamera bazen ortaya çıkıp bizzat Yumiko oluyor, sorular soruyor, bazen de tamamen gözden kaybolarak, gizli bir kamera gibi 'çok tabii' görüntüler yakalıyor..

Yönetmen ayrıca, bu eylemi bi şekilde memleketine de taşıyarak, Japonya'da bu işlerin nasıl yürüdüğüne de, bu kez vatandaşlarını kullanarak değiniyor ve sonuçta İngilizlere: "Siz yine de memleketinizi öpün, başınıza koyun.. Bu eylemi bizim oralarda yapmaya kalkışırsanız eğer, daha o meydana ayak basmanız bile pek mümkün olamaz" demeye getirerek, kendi muhalefetini de bi güzel yapmaktan geri kalmıyor..

Peking 2008


Ne yalan söyleyeyim, filmin sadece adını görüp de yola çıktığımdan, bu arada Çin'e şöyle bir uğrayacak olmanın heyecanı içinde Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi'ne vardım..

Rötar burada daha bi görkemliydi..
Başlamasına az kaldı diyerek, nefes nefese son dakikada kapıya dayandığımda, görevli kişi, yarım saatlik bir sarkma olduğunu, yine de keyfimin bileceğini söyleyerek bana kafeteryayı işaret etti..
Zaten mutat yürüyüşüm sonrasına denk geldiğinden ötürü, bir yarım saat daha sporuma devam edebileceğimi söyleyerek, kendisinden izin rica ettim..
Herhangi bir yanıt beklemeden, "yarım saat sonra buradayım ha ona göre!" diyerek, kendimce de tehdidimi savurmuş ve rahatlamıştım..

Tam yarım saat sonra yeniden kültür merkezi kapısına dayandığımda, o görevli kişi masasını terk etmişti.. Yine bir problem çıkmış olma ihtimali büyüktü..
En üst kattaki salona girdiğimde filmin başlamış olduğunu gördüm ve karanlıkta seçebildiğim kadarıyla keşfettiğim bir yere çöküverdim..
Belli ki kapıdaki tehdidim etkili olmuş, filmin yarım saatten önce başlaması, elemanın gözüme görünmemeyi tercih etmesini gerektirmişti..

Daha sonra izleyeceğim üçüncü film sırasında aydınlıkta da ortamı gördüğümden, bu merkezin gösteri salonunu, perdesiyle ve oturaklarıyla (Koltuk ya da sandalye demem mümkün değil) şimdiye kadar gördüğüm en kötü salon ilan etmekte hiçbir tereddüt göstermiyorum..

Başta bahsettiğim hayali Çin macerası, anlamış olduğunuz üzre başlamadan bitmişti.. Çünkü bu Peking'in Çin'le falan bir ilgisi olmayıp, Polonya'da bulunan bir kenar mahallenin adı idi..
Eskiliği, yıkık döküklüğüyle ve içinde yaşayan insanların fukaralığıyla, birazcık bizim Tarlabaşı'nı andıran Peking, Silezyalılar ve de sonradan buraya yerleştirilmiş Çingeneler arasında paylaşılmış, adeta, içindeki halkıyla birlikte çürüyen bir mahalledir..

Polonyalı yönetmen Dagmara Drzazga'nın yönettiği belgesel, orada çalışan bir film ekibini de zaman zaman kadrajına alarak, 'film içinde film' olma özelliğine de bürünüyor..
2008 Pekin Olimpiyatlarının, Peking'de televizyondan izlenmesi gibi bir ayrıntı da ilginç bulunabilir tabii..

İki aylık aralarla yapılan çekimlerin, daha önce tanıtılan bir mahalle sakininin öldüğü haberini veriyor olması, oldukça enteresan bir ayrıntı olarak göze çarpıyor..
Yine de, aldıkları devlet yardımları da dahil her şeyden sürekli şikayet eden; çok zor geçim şartlarında -nasıl olacaksa artık- sürekli tüketilen alkolle ayakta kalmaya çalışan bu güruhun sarsıcı olması gereken hikayesi, çok sıradan bir dille, dışardan ve soğuk bir bakışla anlatıldığından dolayı oldukça etkisiz kalıyor..

Ben ve Nuri Bala


Son olarak, aynı salonda gösterilen 'Ben ve Nuri Bala' belgeseli, bizden bir film..
Yönetmen Melisa Önel'in 2009 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En iyi İlk Belgesel Ödülü de aldığı film, hem Kürt hem de bir eşcinsel olarak İstanbul'a göçen bir Anadolu gencinin, tam anlamıyla romanlık olan zor yaşam hikayesini beyaz perdeye taşıyor..

Kars’ın Eşmeyazı köyünden olan ve annesinin Bala Nuri, babasının da Mihemmed Nuri dediği kahramanımız, geldiği İstanbul'da bir süre sonra travestiliği benimseyerek, Esmeray adını kullanıyor..

Önceleri, kendi gibi olanların ortak derdi olan işsizlikten ötürü uzun bir süre fahişelikle geçimini sağlayan Esmeray, öncelikle bu ağır ve tehlikeli işten kendini kurtarır; daha sonra da kendi çabasıyla kişiliğini geliştirerek, köylü bir 'kadınsı' erkekten, zamanla, feminist-aktivist bir 'kadın' sanatçıya dönüşür..

Sokaklarda midye dolma satıcılığıyla paralel olarak yaptığı, tek kişilik sahne gösterileri Esmeray'ın sanat çevrelerinde de tanınmasını sağlar..

Yönetmen Melisa Önel, ele aldığı kahramanının yaşadığı her açıdan olağanüstü zor hayatını, onun eskiden yaşadığı yerleri yeniden keşfederek ve şu anda yaptığı işlerle ilgili görüntülerle de süsleyerek ve de Esmeray'ın bizzat anlatımıyla filmini oluşturmuş..

Esmeray'ın, geçmişte ve halen yaşadığı zorlukların üstesinden -hiç eksilmeyen zeka dolu bir mizah duygusuyla ve de müthiş bir iyimserlikle- gelmesini izlerken, bu 'tuhaf' kişiliğin samimiyetinden etkilenmemek, hatta kırk yıllık bir dost gibi benimsememek pek mümkün değil..

(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)