22.9.11

Serteli'nin Adana Altın Koza Güncesi


Zaten hayatı festival, tevellüt itibarıyla da inkıtaları oynayan, 'sonradan olma' bir sinema yazarı olarak bu işe girişirken, cartayı çekmeden önce gerçekleştirmeyi plânladığım üç adet, pek mütevazı ve 'festivalsal' hedeflerim vardı..

Birincisi, İstanbul Festivali'nde akredite olup, ömrü hayatımın hiç değilse bir senesinde, festival kuyruğu acısı yaşamadan, cepten harcamadan, serbestçe ve keyfince filmler izlemekti ki bu gerçekleşti çok şükür..

İkincisi, Adana Altın Koza Festivali'ne davet edilip -en azından- Adana'yı -dünya gözüyle- görmek ve o meşhur kebabının da tadına bakmaktı..
Kebap dışında (Henüz geldim canım!) bunu da gördüm..



Üçüncüsü de tabii ki Antalya Altın Portakal..
İstanbul'da yapılan tanıtım toplantılarına katılmışlığımız olduysa da bakalım festivalin bizzat kendisini idrak etmek de nasip olacak mı?.

Dördüncü hedefime gelecek olursak, şöyle bi Cannes'a.. Pardon, üç demiştim değil mi..

Allah Kabul Etsin

Pazartesi öğle saatlerinde Adana Havaalanında toprağa bastığım an üzerime âdeta çöken fazlasıyla sıcak ve nemli havayı hissedince, yazları kendisine -utanmadan- "Çok sıcaksın lan oğlum!" dediğim sevgili İstanbul'dan -gıyabında- özür diledim..
Döndüğümde de, onun hülyalı gözlerinden öpeceğime söz verdim..
Bu sıcağın Adanalılar için serin anlamına geldiğini öğrendiğimde ise, sevgili sonbahara teşekkür ettim..




Sürekli birilerine bi şeyler etmekten yorulmuş olmalıyım ki Otel Seyhan'ın 'dört dörtlük' odasına kapağı attığım gibi, dinlenmeye çekildim..

Dinlenmeye çekilmek lafın gelişi tabii.. 
Çalışmak ve çabalamak için dünyaya gelmiş biri olarak boşa geçirecek bir dakikam bile yoktu..
İlk defa geldiğim Adana'yı tanımaya hiç olmazsa otel çevresinden başlamak üzre, kendimi dışarıya atmakta fazla gecikmedim..
Ercan kardeşimin de eşlik ettiği yürüyüşün ilk hedefi, epey uzaklardan bile minareleriyle dikkat çeken Sabancı Merkez Camii oldu..




Muhteşem Seyhan nehrinin hemen kıyısında yer alan bu altı minareli kocaman cami -her şeyden önce- gereksiz bir Osmanlı taklitçiliğinin numunesi olarak, Ankara'daki Kocatepe Camii'ni bana hatırlattı..
Altı minaresiyle, çakma da olsa bir Sultanahmet Camii havası verilmiş bu yapıyı yine de görmezlikten gelmek -ebadı dolayısıyla- mümkün olmadığı gibi, hâzâ bir Müslüman olan özüme de yakışmazdı..
İki rekat namazımızı kılıp, bize bu festival imkânını sunanlara hayır duamızı ettikten sonra, otele dönüp, bu gecenin yemekli toplantısına kendimizi hazırladık..

Ben Gene Sana Vurgunum

Otelimize nazaran, Adana'nın -git git bitmeyen- bir ucundaki Park Zirve'de düzenlenen bu etkinlikte, festival kapsamındaki bütün yarışmaların jüri heyetini tanıdıktan; basın sponsorlarına da plâketler verildikten sonra, Nükhet Duru konserini izledik..




Festival yetkilileri -doğal olarak- Tersninja'ya verilecek plâketi benim almamı rica ettilerse de ben bundan affımı istemenin daha doğru olacağına karar verdim..
"Yanlış anlamayın ama bendeniz her zaman gençlerin önünü açmaktan yanayım." dedim ve bu onurlu görevi, genç ve de 'lüzumsuz' yazarımız, Ercan Dalkılıç'ın yerine getirmesini istedim..

Onlar da, "Bunu kabul ederiz ama bir şartla; yanlış anlamazsanız eğer, sizi, zalim patronuna bi güzel dayanan, onurlu bir fikir işçisi olarak selamlamak isteriz." dediler..

İstek sırası yine bana gelmişti: "Olur ama -bu durumda- yanlış anlamazsınız eğer, değerli sanatçı Nükhet Duru'yla tanışmak isterim." dedim..
Onlar da, "Neden olmasın Numan Bey, zaten Nükhet Hanım da -eğer yanlış anlamazsanız- sizinle tanışmak ve görüşmek istediğini bize bildirmişti, ne tesadüf!" dediler..

O 'anlamlı' geceden son aklımda kalan şey, 'güzel' sanatçımızın gözlerimin içine içine bakarak ve süzüm süzüm süzulerek, "Ben gene sana vurgunum" şarkısını söylemesiydi ki.. bilahare, ter içinde uyanmışım..