Zaten hayatı festival, tevellüt
itibarıyla da inkıtaları oynayan, 'sonradan olma' bir sinema
yazarı olarak bu işe girişirken, cartayı çekmeden önce
gerçekleştirmeyi plânladığım üç adet,
pek mütevazı ve 'festivalsal' hedeflerim vardı..
Birincisi, İstanbul Festivali'nde
akredite olup, ömrü hayatımın hiç değilse bir
senesinde, festival kuyruğu acısı yaşamadan, cepten harcamadan,
serbestçe ve keyfince filmler izlemekti ki bu gerçekleşti
çok şükür..
İkincisi, Adana Altın Koza
Festivali'ne davet edilip -en azından- Adana'yı -dünya
gözüyle- görmek ve o meşhur kebabının da tadına
bakmaktı..
Kebap dışında (Henüz geldim
canım!) bunu da gördüm..
Üçüncüsü de
tabii ki Antalya Altın Portakal..
İstanbul'da yapılan tanıtım
toplantılarına katılmışlığımız olduysa da bakalım
festivalin bizzat kendisini idrak etmek de nasip olacak mı?.
Dördüncü hedefime
gelecek olursak, şöyle bi Cannes'a.. Pardon, üç
demiştim değil mi..
Allah Kabul Etsin
Pazartesi öğle saatlerinde Adana
Havaalanında toprağa bastığım an üzerime âdeta çöken
fazlasıyla sıcak ve nemli havayı hissedince, yazları kendisine
-utanmadan- "Çok sıcaksın lan oğlum!" dediğim
sevgili İstanbul'dan -gıyabında- özür diledim..
Döndüğümde de, onun
hülyalı gözlerinden öpeceğime söz verdim..
Bu sıcağın Adanalılar için
serin anlamına geldiğini öğrendiğimde ise, sevgili sonbahara
teşekkür ettim..
Sürekli birilerine bi şeyler
etmekten yorulmuş olmalıyım ki Otel Seyhan'ın 'dört dörtlük'
odasına kapağı attığım gibi, dinlenmeye çekildim..
Dinlenmeye çekilmek lafın
gelişi tabii..
Çalışmak ve çabalamak için
dünyaya gelmiş biri olarak boşa geçirecek bir dakikam
bile yoktu..
İlk defa geldiğim Adana'yı tanımaya
hiç olmazsa otel çevresinden başlamak üzre,
kendimi dışarıya atmakta fazla gecikmedim..
Ercan kardeşimin de eşlik ettiği
yürüyüşün ilk hedefi, epey uzaklardan bile
minareleriyle dikkat çeken Sabancı Merkez Camii oldu..
Muhteşem Seyhan nehrinin hemen
kıyısında yer alan bu altı minareli kocaman cami -her şeyden
önce- gereksiz bir Osmanlı taklitçiliğinin numunesi
olarak, Ankara'daki Kocatepe Camii'ni bana hatırlattı..
Altı minaresiyle, çakma da olsa
bir Sultanahmet Camii havası verilmiş bu yapıyı yine de
görmezlikten gelmek -ebadı dolayısıyla- mümkün
olmadığı gibi, hâzâ bir Müslüman olan özüme
de yakışmazdı..
İki rekat namazımızı kılıp, bize
bu festival imkânını sunanlara hayır duamızı ettikten
sonra, otele dönüp, bu gecenin yemekli toplantısına
kendimizi hazırladık..
Ben Gene Sana Vurgunum
Otelimize nazaran, Adana'nın -git git
bitmeyen- bir ucundaki Park Zirve'de düzenlenen bu etkinlikte,
festival kapsamındaki bütün yarışmaların jüri
heyetini tanıdıktan; basın sponsorlarına da plâketler
verildikten sonra, Nükhet Duru konserini izledik..
Festival yetkilileri -doğal olarak-
Tersninja'ya verilecek plâketi benim almamı rica ettilerse de
ben bundan affımı istemenin daha doğru olacağına karar verdim..
"Yanlış anlamayın ama bendeniz
her zaman gençlerin önünü açmaktan
yanayım." dedim ve bu onurlu görevi, genç ve de
'lüzumsuz' yazarımız, Ercan Dalkılıç'ın yerine
getirmesini istedim..
Onlar da, "Bunu kabul ederiz ama
bir şartla; yanlış anlamazsanız eğer, sizi, zalim patronuna bi
güzel dayanan, onurlu bir fikir işçisi olarak selamlamak
isteriz." dediler..
İstek sırası yine bana gelmişti:
"Olur ama -bu durumda- yanlış anlamazsınız eğer, değerli
sanatçı Nükhet Duru'yla tanışmak isterim." dedim..
Onlar da, "Neden olmasın Numan
Bey, zaten Nükhet Hanım da -eğer yanlış anlamazsanız-
sizinle tanışmak ve görüşmek istediğini bize
bildirmişti, ne tesadüf!" dediler..
O 'anlamlı' geceden son aklımda kalan
şey, 'güzel' sanatçımızın gözlerimin içine içine bakarak ve süzüm süzüm süzulerek, "Ben
gene sana vurgunum" şarkısını söylemesiydi ki.. bilahare,
ter içinde uyanmışım..