8.10.11

7 Ekim 2011 Haftası :: Meşhur Kayseri Mantısı


Sıcaktan ve mahşeri kalabalıktan ter içinde kalmıştık..
"Bu daha bi şey değil" dedi, yanımdaki..

Sanki hepimizden biraz daha iri, dört köşesinin birleştiği yer daha da bir sivri gibiydi..

"Az sonra tepemizden aşağı, acı kırmızı biberli, naneli erimiş tereyağını boca edecekler ki sen asıl o zaman gör sıcağı" diyerek, canımı sıkmaya devam etti..

Merak etmiştim..
"Sen nerden biliyorsun bütün bunları?" diye sordum bu sivri kafaya..
Burnundan "Hınff!" sesi çıkararak, dudak büktü..
"Reenkarnasyon diye bir şey var herhalde!"

Şaşırdım..
"Bizde de mi oluyor öyle şeyler?"
"Elbette.. Ama sadece bazılarımız hatırlıyor eski hayatlarını, çoğumuzsa hatırlamıyor"

"Ben hiç hatırlamıyorum" dedim, umarsızca..
Sivri Hamur Hazretleri, tepeden bakmayı sürdürerek konuştu: "Ben çok iyi anımsıyorum.. Ağızlara lâyık bir sosyete mantısıydım bir zamanlar, böyle iri!!?"
demesiyle, kafamızdan aşağı kızgın tereyağını yememiz bir olmuştu..




Şaşkınlık ve korkuyla birlikte üzerime çöken yanığın acısı beni kendimden geçirmiş, diğer kaderdaşlarımla birlikte boylu boyunca tabağa yayılmıştım..

Kıpkırmızı bir suratla yanıma yaklaşan Sivri, gülümsemeye çalışarak, zorlukla konuştu:
"Merak etme.. Biraz sonra bütün bunlar geçecek, bi güzel serinleyip şifa bulucaz"

Gerçekten de, az sonra üzerime dökülen sarımsaklı yoğurtun şifalı serinliğiyle, tüm acılarımdan kurtulmuştum..
Gayet bahtiyardım..
Kısa bir süreliğine de olsa gözlerimi kapattım..
Bu eşsiz mutluluğu, içimi dolduran soğan-kıyma karışımına dek hissettim..

Gözümü açtığımda, şu bizim Reenkarne Kayseri Mantısı'nı gördüm..
Bir kaşığın ucuna oturmuş, bir kaç arkadaşıyla birlikte havada yolculuk ediyordu..
Bol yoğurtlu sivri tepesine oturmuş bir sarımsak parçacığına karşın, mağrur yüz ifadesini hâlâ koruyordu..
Aşağıdaki tabağa bakıp, beni gördü..
Gülümsercesine bükülen dudakları, "Ben sana demedim mi oğlum?" der gibiydi..


Crazy, Stupid, Love / Çılgın, Aptal, Aşk


Arabayı kullanan 25 yıllık eşiniz, yolculuğun bir yerinde ve birdenbire size dönüp de boşanmak istediğini, üstelik sizin de tanıdığınız başka bir adamla -bi güzel- mercimeği fırına verdiklerini söylese ne yapardınız?

Sizi bilemem ama benim hiç umurumda olmazdı; oysa Cal Weaver (Steve Carell) arabanın kapısını açıp kendini dışarıya atar..

'Mutlu Aile' denilen şahane rüyadan böylece paldır küldür uyandırılmış, 'bekâr yaşam' acemisi bu adama, 'hayırsever' bir çapkın yardımcı olabilse bence de iyi olur..

Crazy, Stupid, Love, senaryosu, 'Kadın erkek ilişkisinde aslolan aşktır, gerisi teferruat' ya da 'Davul bile dengi dengine' gibi 'tutucu' bir alt metne sahip olmasına; iyi giyinmesini bilmeyen, çapkınlığı beceremeyen bir adamı özel bir eğitimle Donjuan'a benzetmek gibi bir 'meşhur' klişeye yaslanmasına rağmen, haftanın en iyi filmi olmayı başarıyor..

Buna sebep olan unsurların başında, gayet iyi çizilmiş karakterlerin, gayet iyi oyunculuk gösterileriyle canlandırılması gelmekte..

Başarılı kurgunun varlığıyla coşan dinamik anlatım ve ona eşlik eden, kaliteli mizahı sindirmiş 'zeki' diyaloglar, filme sağlanan diğer pozitif katkılardan..

Yönetmen: John Requa, Glenn Ficarra
Senaryo: Dan Fogelman
Oyuncular: Steve Carell, Ryan Gosling, Julianne Moore
Yapım: 2011, ABD, 118 dk.

7   /10



Real Steel / Çelik Yumruklar


Pek yakın bir gelecekte geçen filmimizin öngörüsüne göre, boks sporunu insanlar yerine, kocaman birer çelik yığınından ibaret robotlar yapmaktadır..

İnsanlar tarafından, 'uzaktan kumanda' benzeri aletlerle yönetilen bu robot maçları, resmi liglerden, yasa dışı izbeliklerde düzenlenen kumar amaçlı kapışmalara, hatta rodeo müsabakalarında boğa-robot dövüşüne kadar çeşitlilik arz etmektedir..

Selam verdiği hemen herkese borçlu, serseri tabiatlı bir boksör eskisi olan Charlie Kenton (Hugh Jackman), vurduğu dipten çıkmanın -her zamanki- hayalini kurmaktadır..

Bu 'dövüşçü robot' olayına çoktan beridir kendini kaptırmış, kısıtlı parasıyla da hurdaya çıkmış parçalardan oluşturduğu robotlarla ekmek parası peşinde ülkeyi dolaşan Charlie'yi bir sürpriz beklemektedir..

Bir zamanlar anasını terk ettiğinden, varlığından bile habersiz olduğu, ancak velayet durumu hasebiyle yeni tanıştığı, onlu yaşlara yeni girmiş oğlu Max (Dakota Goyo) de babası gibi bu robotik işlere meraklı çıkınca, filmimizin -ilerlemek için- dört gözle beklediği o 'çocuklu' ikilimiz de oluşmuştur artık.. (Bkz. Steven Spielberg'de Çocuk Takıntısı)

Daha film başlarken, 'Executive producer' Steven Spielberg adını gördüğümde, 'nasıl bir film' izleyeceğim de aşağı yukarı belli olmuştu..

Tıpkı önceki 'Spielbergli' yapımlar, Super 8, Transformers: Dark of the Moon, Cowboys & Aliens'de olduğu gibi, 'blockbuster' klişelerinin tümü -eksiksiz ve kusursuz bir şekilde- perdede arzı endam ettiler de, böylece gözüm arkada kalmamış oldu.. (Örnekler yakın zamandan seçilmiştir, yoksa bunun sonu gelmez!)

Bütün bu örnekler, belki klişe-mlişe ama en azından farklı ve sürpriz konuları işleyen, bir yere kadar da kendini merakla izlettiren yapımlardı..
Robotları alışılagelmişin dışında ve ilginç bir alanda ve de başarıyla kullanan Real Steel de aynı yolun yolcusu..

Görünüşlerinden, hareketlerine, oldukça 'gerçekçi' hazırlanmış 'çelik yumruk' robotların 'ölümüne' dövüşlerini izlemek gayet zevkliydi..
Baba ve 'babasının oğlu'ndan oluşan ikili arasındaki kâh rekabetli, kâh dayanışmalı ilişkiyle duygusallaşmakta aynı şekilde..

Yönetmen: Shawn Levy
Senaryo: John Gatins, Dan Gilroy (hikaye)
Oyuncular: Hugh Jackman, Dakota Goyo, Evangeline Lilly
Yapım: 2011, ABD / Hindistan, 127 dk.

6   /10



Shanghai / Şangay


II. Dünya Savaşı'nın, Japonya’nın Çin'i işgal etmesi, ABD'nin de olaya dâhil olması arefesinde ve Şangay'dayız..

Amerikalı bir casus (John Cusack), önce ortadan kaybolan, sonra da öldürülen casus arkadaşının izini sürerek, olayın sır perdesini aralamaya çalışmaktadır..

Bu araştırmalar sırasında, hikayeye, Japonu Çinlisi, Almanı Amerikalısı bir dizi karakter katılacak; elbette -şöyle en duygusalından- bir aşk öyküsü de ortaya bırakılacaktır..

2007 yılında yaptığı 1408 adlı mükemmel korku filminden sonra iyi bir filmini maalesef göremediğimiz İsveçli yönetmen Mikael Håfström, bu yıl yine, sıradan bir film olan The Rite'la karşımızdaydı..
Demek ki olmayınca olmuyor..

Shanghai, Pearl Harbor baskınının da yer aldığı II. Dünya Savaşı'nın bir dönemini -tam anlamıyla- uyduruk hikayesine fon yaparak, 'değer dilenen' bir film..

Ortaya getirdiği, 'kişisel ve entipüften' mevzuyu, âdeta bir dünya meselesi ya da devletler arası denge savaşlarının bir öğesi gibi göstermesi, filmin bir yere kadar işine yarıyorsa da bu kalıcı olamıyor..

Bu durumda seyirci -filmin büyük bir bölümünde- olup biten her şeyi, uzaktan, tepkisizce ve biraz da sıkılarak izlemek durumunda kalıyor..

Yönetmen: Mikael Håfström
Senaryo: Hossein Amini
Oyuncular: John Cusack, Li Gong, Yun-Fat Chow
Yapım: 2010, ABD / Çin, 105 dk.

 /10