Vapur hafif bi sarsıntıyla, adına Karaköy İskelesi denilen gecekondudan ayrılmış, Kadıköy istikâmetinde yola koyulmuştu..
Biraz da onun hareketiyle
oluşan esinti, anormal sıcaklıkta bir sonbahar günü
yaşattıktan sonra, alevli bir portakal kıvamına gelmiş güneşin
bu son ışınlarını serinletmeye çalışıyordu..
Yaz ya da kış yolculuğu olması hiç
fark etmez, kahramanımızın -sizi bilemem ama benim için o
hep bir kahramandır- bir vapurda en çok tercih ettiği yer,
baş üstündeki yarı açık güvertedir.. Elbette
vapurdaysa, ona tam da orada rastlamanın ihtimaliyeti, her iki
tarafı da tura olan hileli bir paranın üst üste tura
gelmesinden bile daha yüksektir..
Kendileri, bulunduğu yer itibarıyla
aynı ihtimal oranını şu an biraz daha yükseltmişken, yeni
başladığı bir kitabı da okuma çabası içindeydi..
Çabalama eylemi, kitabın
içeriğinden dolayı zorlandığından falan değil; vapurun
gidiş yönü doğrultusunda oturduğu yerin karşısındaki
kanepeye sıralanmış, on beş-on altı yaşlarında olduğunu
tahmin ettiği üç çocuk yüzündendi..
Gerçi, bir kız, iki erkekten
oluşan bu grup, ne rahatsız edecek kadar gürültülü,
ne de dikkat dağıtacak kadar hareketliydi.. Tam tersine, üçünün
de sohbet ve davranışları yaşını başını almış insanlarda
bile zor rastlanan bir olgunluk arz ediyordu..
Genç adamlarda sık görülen,
otuzlu yaşlarını henüz idrak etmenin o kendine has ama
birazcık da zorlama rahatlığı resmen yüzünden dökülen
kahramanımızı, o sırada kitabına yoğunlaşmaktan alıkoyan şey,
tam da işte buydu..
Karşısındaki bu 'tuhaf' üçlüyü,
önündeki kitaptan başını kaldırmadan becerebildiği
kaçamak bakışlarla süzmekten, kendini alamıyordu..
Aslında, hiç tanımadığı
insanları dikkatlice izlemek, kısacık bi zaman zarfında da
onların iç dünyalarına kendince nüfuz etmek,
'nâsüper' kahramanımız Merakadam'ın hobileri
arasındaydı..
Belki de bir sinema yazarı olarak,
sürekli film izleyerek eleştirmenin bir sonucu, bir mesleki
deformasyonuydu bu durum.. Ya da tam tersine, bu yatkınlığı onu bir
film eleştirmeni kılmıştı..
Kesinlikle bu özelliğine bağlı
olarak, diğer insanlarla böylesine bir arada olduğu zamanlarda
bir kitaba ya da gazeteye asla yoğunlaşamadığını, kendi de
gayet iyi bilirdi..
Yine de, her haftanın hemen her
çalışma günü, İstanbul dahilinde ve
'Asya-Avrupa-Asya' güzergâhında gerçekleştirdiği,
'Film Basın Gösterimi-Ev' aksiyonu sırasında yollarda olmak
zorunda kaldığı onca zamanı boşa harcamaktan hiç
hoşlanmaz, mümkün olduğu kadar kimselerin dikkatini
dağıtmadığı yerlere oturup, okumaya ve yazmaya çalışırdı..
Gelgelelim diğer insanların kendisini öyle rahat bırakmaya
hiç niyetleri yoktu ki..
Karşısındaki genç üçlünün
kız olanı, neredeyse saydam denebilecek beyazlıkta bir cilde
sahipti.. Serbestçe omuzlarına dökülen, beyaza pek
yakın sarılıktaki lepiska saçları, arada bir şiddetini
arttıran esintiyle şöyle bi dağılıyorsa da hiç acele
etmeyen ince uzun parmaklar, zarif bir hareketle onları hemen eski
hâline getiriveriyordu..
Aralarında boy farkı olan, ancak aynı
yaşta oldukları yüzlerinden okunan iki erkek arkadaşla bu
zarif Leydi, ortama ve yaşlarına oldukça ters düşen,
ancak asilce olduğu da şüphe götürmeyen jest ve
mimiklerle, gayet neşeli bir muhabbetin belini kırıyorlardı..
('Belini kırmak' deyimi aslında
buraya hiç yakışmamış, lâkin ne yapalım ki çok
bilmiş yazarın tercihidir bu sayın okuyucu. Kendisini uyardık ama
tınmadı. Bilginize. İmza: Müdüriyet)
Azrail
de Bir Melektir
Kitap okumayı artık iyice bırakan
Bay Meraklı, karşısında oturan dünyalar güzeli bu kıza,
gerçeğe en yakın ve doğru bir târifle 'Elf Kızı'
denilmesi gerektiğine karar vermişti..
Sohbetten bi ara koptuğu gözlenen
Elf Kızı'nın dikkatini çeken şey, onlara dik bakan bir
kanepeye rahatça yerleşmiş, kendileriyle hemen hemen aynı
yaştaki bir Çingene kızıydı.. Sağına soluna
yerleştirdiği büyük ve şişkin naylon torbalarıyla
oldukça mutlu görünüyordu.. Bir yandan,
arasında belki de hiçbir şey olmayan bir ekmek parçasını
kemiren, bir yandan da plastik terliklerinden kurtulmuş ayaklarını
neşeyle ileri geri sallayan bu esmer kızla Elfiye'nin göz göze
gelmesi, görülmeye değerdi doğrusu..
Bayan Elf, kendisine hayranlıkla ve
pırıl pırıl bakan simsiyah gözlere, içinde benzeri
görülmemiş içtenlikte bir sevgi ve de şefkâtin
kabardığı bal rengi gözleriyle öylesine bir bakışla
yanıt verdi ki, "Saf Aşk, her hâlde böyle bir şey
olmalı." deyu düşündü Bay Eleştirmen..
'Aşk'ın kız hâli', yanındaki
oğlanlara bi şeyler söyleyerek ayağa kalktı.. Taba rengi
deri çantasından çıkardığı bir paket Eti Negro'yla
Çingene kızın yanına yaklaştı ve değme Noel Baba'ya taş
çıkaracak bir sevecen tavırla bisküviyi uzattı.. Bu
genç ve melek ruhlu kıza, Noel Anne demek de mümkündü..
Hayranlığına şaşkınlık da
eklenmiş esmer kız, önce otomatik bir hareketle ikramı geri
çevirir gibi olduysa da, âdeta nurdan hâlesiyle
yanına sokulan Bayan Noel'i reddetmek mümkün değildi..
Siyahımsı paketi aldıktan hemen sonra, onun pamuk renginde ve
yumuşaklığındaki elinin, yüzünü okşadığını
hissetti.. Daha sonra da bir melek gibi fısıldayan sesini duydu:
"Bundan böyle artık sen benim en iyi arkadaşımsın."
Film eleştirmeni dostumuzun
yakıştırmasıyla, önce Leydi ve Elfiye, daha sonra da Noel
Anne ve de nihayet Melek olan kız yerine döndüğünde,
az önce sohbet ettiği erkek arkadaşlarının yerinde yeller
esiyordu.. Sanki vapur yarılmış, onlar da denizin içine
düşmüşlerdi..
Bu eksikliği hiç hissetmemiş
gibi görünen Melek Hanım, bir kakaolu-kremalı bisküviyi
daha ağzına götüren Çingene kıza gülümseyerek,
Haydarpaşa'da ineceğini söyledi.. İnci gibi parlayan
dişleriyle, bembeyaz kreması kenarından görünen bir Eti
Negro'yu andıran kız, üzgün bir ifadeyle Kadıköy'e
gitmek zorunda olduğunu söyledi.. Sonra da merakla ekledi:
“Erkek arkadaşların nereye
kayboldu?”
“Onlar mı.. Vapurdan inmiş
olmalılar.”
Bu cevaba bir anlam veremedi tabii..
Haydarpaşa'dan önce nerede ineceklerdi ki..
Tam da bu yeni soruyu soracakken,
peşpeşe üç kez kulağında yankılanan, "Unutma ki
sen benim en iyi arkadaşımsın." cümlesiyle duraksadı..
Bu arada aniden ayağa kalkarak, aşağıya inen merdivenlere yönelen
Melek'in arkasından çaresizce bakakaldı.. Hemen akabinde de
ona doğru hamle yapmamak, en azından "Gitme!" diye
haykırmamak için kendini zor tuttu..
Vapur, Haydarpaşa'ya
yanaşıyordu..
Bütün bu olanları bir film
gibi izleyen, eleştirmen kahramanımız biraz düşününce,
'Melek'ten de vazgeçti.. Hem de en büyük
meleklerden, kara cübbeli, pelerinli Azrail'i gözünde
canlandırmak bile buna yetmişti; yanından hiç ayırmadığı
o 'can alıcı' kocaman tırpanı saymıyordu bile..
Tezini geliştirmeyi sürdürdü:
“İçiyle dışıyla mükemmel ve iyilik timsâli bu
varlığa Melek demek saçmalık; Peri kızı ya da kısaca
'Peri' demek en doğrusu.. Tabii ki bir İyilik Perisi o.. Belki de
ne bileyim, daha değişik bir cins de olabilir; mesela Vapur
Perisi?”
(Ey okuyucu, bisküvi ikram
etmek ve birazcık sevecen yaklaşmaktan ibaret bu iyiliği biraz
fazla abarttığımı düşünebilirsin, ama lütfen öyle
düşünme.. O anda orada ve Sinema Yazarı, Çingene
Kızı, Peri Kızı ile onları uzaktan izleyen bendeniz arasında
oluşan 'manevi iklim' öylesine yoğun ve de şedit
hissediliyordu ki şimdi bunu size târif etmemin imkânı
yok.. O an ve daha sonra olacakları -durun hele siz!- izlerken,
haşyetten gözlerimden yaşlar fışkırıyordu diyeyim de siz
anlayın.. İmza: Yazar)
Haydarpaşa
Protokol Camii
'En iyi arkadaş'ı olan Peri'nin
merdivende gözden kaybolmasıyla, ondan bir anda ve ebediyen
ayrılmak fikri, çingene kızı Esmeralda'nın içinde
bir yerden, kocaman bir şeyin kopmasına neden olmuştu..
Torbalarını almadan, terliğini dahi giymeden yerinden fırladı..
Vapura uzatılmış tahta iskeleyi
kullanmadan, halat sarılı bir babanın üstünden yalın
ayak sekerek, en son, Haydarpaşa Garı merdivenlerinin en üst
basamağında gördüğü Peri'nin peşinden seyirtti..
Sadece bu ikisinin vapurdan inmiş
olması çok tuhaftı; günün her seferinde buraya
âdeta boşanan onlarca kişiden eser yoktu..
“Dur orda, sakın gelme!”
Peri'nin onu peşinde görmesi,
kolunu kaldırması ve bağırması aynı anda olmuştu..
Bir an için duraksayan Esmeralda
nefes nefeseydi, kendisine yalvarırcasına, hatta acıyarak bakan
Peri'ye "Neden?" diye bağırmaya çalıştı, hiç
sesi çıkmadı.. Ağlamaya başladı.. El kol hareketiyle
sormaya çalıştı; bir yanıt alamadı..
Hüzünle başını öne
eğen Peri'nin arkasında yükselen görkemli gar binasının
tepesindeki saatin her iki yanındaki pencerelerde, vapurda ortadan
kaybolan o iki çocuğun belirdiğini gördü.. Belli
belirsiz bir tebessümle, kendisine bakıyorlardı..
Olduğu yere çöktü..
Belki dakikalar, belki de saniyeler geçtikten sonra,
kızcağızın şaşkınlığı tamamen korkuya dönüştü..
Çünkü, koskoca tarihi bina çatısından
başlayarak, cayır cayır yanmaya başlamıştı..
Bütün bunlar olurken,
Kadıköy'de inmesi gereken meraklı sinema yazarımızın da,
'bakalım bu iş nasıl sonuçlanacak' saikiyle vapurdan
inerek, her şeye tanık olduğunu söylemeliyim..
Etrafı sarmaya başlayan dumanların
arasından bakan kahramanımız, önce Peri'nin, sonra da
penceredeki Cinlerin -ki öyle olmalılar- ortadan 'pof diye'
kaybolduğunu; zavallı Çingene Kız'ın da kocaman bir Eti
Negro'ya dönüştüğünü, hayâl meyâl
görmüştü..
Şimdi de onun eli ayağı titriyordu..
Aklını oynattığından şüphelenerek, eski Esmeralda, yeni
Eti Negro'ya biraz daha yaklaştı.. Giderek iyice koyulaşan duman
tabakasının arkasından baktığı hâlde, kadersiz kızın
dişlerini andıran o beyaz kremayı fark etti.. Vapurda onun gibi
davranmadığına, Peri'yle göz göze gelmediğine
şükretti.. Yoksa o da bu kızcağız gibi şimdi acayip bir
şeye dönüşebilirdi..
Böyle bir hata yapmış olsaydı
neye dönüşmek isteyeceğini düşündü..
Bisküvileşmeye kesinlikle dayanamazdı.. Şöyle siyah
renkli, ince uzun kutulu bir enerji içeceği olmak galiba en
iyisiydi..
O anda bile eleştirmenliği tuttu:
“Çikolata renkli kız, çikolata tanecikli bir Eti
Cin'e dönüşse kesinlikle daha anlamlı olurdu.. Hem Eti
Cin'in tıpkı onunkine benzeyen gözleri, aynen onun gibi de
gülen bir ağzı vardı.”
Güneş batmış, büyüyen
yangının sıcaklığını yüzünde hissetmeye başlamıştı..
Zavallı kızın giderek isle kaplanan bisküvileşmiş bedenini
orada bırakmalı ve tehlikesi hızla artan bu ortamdan bir an önce
uzaklaşmalıydı.. Biraz ilerdeki Haydarpaşa Protokol Camii'nin
kendisiyle orantısız uzunluktaki minarelerine doğru koşmaya
başladı..
(“Ne protokolü ulan!? Caminin
de protokolü mu olur?” demeyin, adamlar yapmış ve bal gibi
de olmuş işte.. Hem öyle lanlı lunlu konuşmayalım lütfen..
İmza: Sevgili Yazarınız)
Camiye kadar devam eden bu yolda
ilerlerken, gar binasının hemen bitimindeki avuç içi
kadar küçük ve daracık kıyı şeridini,
kahramanımız -Normal Şartlar Altında tabii- pek sever; yolu
buraya her düştüğünde hep bir taşın üzerine
oturur, kâh burayı, kâh karşıdaki Kadıköy'ü
seyrederdi..
Büyük bir kısmı toprak ve
mezbelelik olan, derme çatma tahtadan yapılma iki-üç
iskeleciği ve bunlara bağlı küçümen teknelerin
üzerinde salındığı bu koycuğun, bir zamanların sahil
kasabası Kadıköy'den geriye 'bozulmadan' kalan tek toprak
parçası olduğunu düşünür, umarsız ama hoş
bir duygu içini doldururdu..
Neredeyse bir kıyameti andıran şu
lanetli anda böyle bir lüksü yaşaması elbette
imkânsızdı.. Zaten deli gibi koşmaya başladığı o hızla
kendini bir anda 'çifte minareli' Protokol'un yanında
bulmuştu..
Bu arada bir süredir, camiden
sonraki dönemecin sonunda varılan ve kendisine rahatlıkla,
'Otobüs-Minibüs Cenneti' denebilecek geniş meydandan
patlamayı andıran sesler geliyor; sürekli parlayan şiddetli
ışıklar da göz alıyordu..
Kahramanımız, meydana ulaşmak için
camiden henüz uzaklaşmıştı ki kulaklarını sağır eden bir
gürültüyle -çok afedersiniz- ödü
bokuna karıştı..
Titreyerek arkaya baktığında, Sayın
Protokol Camii'nin temelinden sökülüp, minareleriyle
birlikte bir füze misâli göğe doğru havalandığını
gördü.. Şöyle bi kırk beş-elli metre kadar yükselen
cami daha sonra tepesi üstü, daha doğrusu minaresi üstü
düşmeye başlayarak, biraz ilerdeki denize çakılıverdi..
Upuzun minarelerin anca yarısı suya gömülmüş, diğer
yarısı ve caminin -ters olarak da dursa- tamamı, tuhaf bir ada
gibi sudaki yerini almıştı..
Bütün bu acayip gelişmelerden
iyice şaşkına dönen Sevgili Eleştirmen, manzarası bir anda
ve tam yüz seksen derece değişen Hz. Protokol'e baktı ve
vazifesini yapmakta yine gecikmedi: “Bu cami böyle daha mı
estetik durdu ne!”
Hava iyice kararmaya başlamıştı..
Burada daha fazla oyalanamazdı, ilerdeki meydandan gelen gürültüler
artarak devam ediyordu.. Bay Eleştirmen, orada olan bitenin ne
olduğunu bir an evvel öğrenmek maksadıyla hızlandı..
Meydanın başına geldiğinde, az
kalsın küçük dilini büyük diliyle
birlikte yutacaktı.. Değil sadece Kadıköy'ün, belli ki
tüm İstanbul'un, belki de Türkiye'nin, hatta bütün
Dünya'nın bilcümle minibüs ve otobüs
familyasından milyonlarca taşıt, tıklım tıkış buraya
doluşmuştu.. Kadıköy Meydanı, olmuştu sana, Büslerin
Mahşer Meydanı!
Bay Eleştir, 'buraya özel'
şaşkınlığını da atlatır atlatmaz, insan olarak sadece
kendisinin ortalıkta dolaştığı bu Mahşer Meydanı'nı iyice bi
gözlemiş, sonunda da meseleyi çözer gibi olmuştu:
“Bu akşam, bilumum minibüs, midibüs ve otobüsler
için büyük kıyamet kopmuş olmalı.. Demek ki
canlı-cansız her türden yaratıklar için kıyamet ayrı
ayrı kopacaktı.”
Faaliyette olan bütün büsler
bir anda durmuş, yâni ölmüş; hemen akabinde de,
bugüne kadar hurdaya çıkarak araba mezarlığında
çürüyenlerle birlikte hepsi yeniden dirilerek,
özellikle seçilmiş bu meydana doluşmuştu.. Ortalık
tam bir ana-baba günü, tam bir mahşer yeriydi..
Birbirlerine yıllar sonra kavuşan eski dost ya da sevgili büslerin
gözyaşlarıyla karışık sevinç haykırışlarıyla,
Birinci Sırat Köprüsü'ne giden yolda oluşturulmuş
upuzun kuyruktaki sıra kavgalarının küfürleri birbirine
karışıyordu..
Filmlerde gördüğü 'uzun
burunlu' otobüsler, boynuzlu troleybüsler, babasının
anlattığı o Kaptıkaçtı'lar bile buradaydı.. En hüzünlü
manzara da, daha gençliklerine doyamadan kıyametle karşılaşmış, metrobüslerin hâliydi..
En sonunda hepsinin buradan ayrılarak,
ebedi hayatlarını yaşayacakları Öteki Dünya'ya
gideceklerine karar veren Bay Eleş, büslerin tamamen ortadan
kalkacak olmasına hem sevindi, hem de biraz üzüldü..
Otobüslerden hiç bi şikâyeti yoktu aslında..
Fakaat.. Yolları can pazarına çeviren şu 'saygısız ve
serseri' minibüslerden ebediyen kurtulacak olmanın da keyfine
diyecek yoktu..
“Ne yapalım, kurunun yanında yaş
da yanarmış” diyerek, bu hengâmeden kazasız belasız
çıkmanın, bir an evvel Moda'daki evine ulaşmanın
plânlarını yaparken; önce dünyası, sonra da hayatı
karardı.. Gerçi tam da emin değilim, her ikisi aynı anda
kararmış da olabilir..
Bir 'Büs' olmadığına göre,
bu bu başına gelen de neydi.. Pek bir anlam verememişti, ama yavaş
yavaş, mühim bir şeyler olduğunun farkına da varıyordu..
Metalik bir gümbürtünün
muazzam gürültüsüne karşın -artık kendisine
ait olmayan- kulağında uzunca bir süre ve sadece iğrenç
bir “Cırrk!” sesi yankılanıp duruyordu..
Ömürleri boyunca aynı
caddeyi -adı üstünde Minibüs Yolu- kullanırken
birbirine hep diş bilemiş olan, kara başlıklı tabelasında
Kadıköy-Küçükbakkalköy yazan minibüsle,
beyaz başlıklı tabelasında Pendik-Kadıköy yazdığı halde,
hayatı boyunca hep bir önceki durak olan Kartal'a kadar
gitmekte ısrar eden minibüs, çarpışmanın şiddetiyle
âdeta birbirine yapışmış, bizim zavallı Bay E de
aralarında kalmıştı.. Belki de dünyanın en pis, en çirkin
görünümlü taşıtları olan bu ikili, kozlarını
paylaşmak için mübarek kıyamet gününü
seçmekle, berbat özelliklerine aptallıklarını da
eklemiş oluyorlardı..
Kafa kafaya çakılmış iki
aracın arasından çıkarak göğe doğru yükselen
Bay Ruh, pek bi mutluydu.. Nasıl mutlu olmasın ki, çocukluğundan
beri rüyalarını süsleyen bir olayı şimdi yaşıyor,
resmen uçuyordu yahu!. Tamam, bu şartlarda olmasını o da
istemezdi ama hiç yoktan iyiydi..
Belli bi yere kadar yükselip de
dumanı tütmekte olan Haydarpaşa Garı'nı görünce
üzüldü; denize çakılı Protokol Adası'nı
görünce de neşelendi.. Vapura bindiği andan şu dakikaya
kadar tanık olduğu acayiplikleri artık anlıyor gibiydi.. Daha
doğrusu, 'sır dolu' bir şeyler anladığını, kendine inandırmaya
çalışıyordu.. Tıpkı, izledikten sonra hiçbir şey
anlamadığı bazı 'zor' filmleri, 'gizemli' sözcüğüyle
rahatça yorumladığı gibi..
Hemen aşağıya, geldiği yere baktı;
her ne kadar ruh da olsa, gördüğü manzarayı
eleştirmek onun asli göreviydi.. Olmayan suratında beliren
sırıtık bir ifadeyle söylendi: “Dünyanın en berbat
tostu olmak da sonunda bana kısmet oldu ya.”
Ardından ciddileşti: “O değil de
bizim kıyamet de tez zamanda kopar inşallah.. Zîra çok
fazla yeni film kaçırmak, hiç de hoş olmayacak.”