16.11.11

Bilumum Büs Kıyameti


Vapur hafif bi sarsıntıyla, adına Karaköy İskelesi denilen gecekondudan ayrılmış, Kadıköy istikâmetinde yola koyulmuştu..
Biraz da onun hareketiyle oluşan esinti, anormal sıcaklıkta bir sonbahar günü yaşattıktan sonra, alevli bir portakal kıvamına gelmiş güneşin bu son ışınlarını serinletmeye çalışıyordu..

Yaz ya da kış yolculuğu olması hiç fark etmez, kahramanımızın -sizi bilemem ama benim için o hep bir kahramandır- bir vapurda en çok tercih ettiği yer, baş üstündeki yarı açık güvertedir.. Elbette vapurdaysa, ona tam da orada rastlamanın ihtimaliyeti, her iki tarafı da tura olan hileli bir paranın üst üste tura gelmesinden bile daha yüksektir..

Kendileri, bulunduğu yer itibarıyla aynı ihtimal oranını şu an biraz daha yükseltmişken, yeni başladığı bir kitabı da okuma çabası içindeydi..
Çabalama eylemi, kitabın içeriğinden dolayı zorlandığından falan değil; vapurun gidiş yönü doğrultusunda oturduğu yerin karşısındaki kanepeye sıralanmış, on beş-on altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiği üç çocuk yüzündendi..

Gerçi, bir kız, iki erkekten oluşan bu grup, ne rahatsız edecek kadar gürültülü, ne de dikkat dağıtacak kadar hareketliydi.. Tam tersine, üçünün de sohbet ve davranışları yaşını başını almış insanlarda bile zor rastlanan bir olgunluk arz ediyordu..
Genç adamlarda sık görülen, otuzlu yaşlarını henüz idrak etmenin o kendine has ama birazcık da zorlama rahatlığı resmen yüzünden dökülen kahramanımızı, o sırada kitabına yoğunlaşmaktan alıkoyan şey, tam da işte buydu..
Karşısındaki bu 'tuhaf' üçlüyü, önündeki kitaptan başını kaldırmadan becerebildiği kaçamak bakışlarla süzmekten, kendini alamıyordu..
Aslında, hiç tanımadığı insanları dikkatlice izlemek, kısacık bi zaman zarfında da onların iç dünyalarına kendince nüfuz etmek, 'nâsüper' kahramanımız Merakadam'ın hobileri arasındaydı..
Belki de bir sinema yazarı olarak, sürekli film izleyerek eleştirmenin bir sonucu, bir mesleki deformasyonuydu bu durum.. Ya da tam tersine, bu yatkınlığı onu bir film eleştirmeni kılmıştı..

Kesinlikle bu özelliğine bağlı olarak, diğer insanlarla böylesine bir arada olduğu zamanlarda bir kitaba ya da gazeteye asla yoğunlaşamadığını, kendi de gayet iyi bilirdi..
Yine de, her haftanın hemen her çalışma günü, İstanbul dahilinde ve 'Asya-Avrupa-Asya' güzergâhında gerçekleştirdiği, 'Film Basın Gösterimi-Ev' aksiyonu sırasında yollarda olmak zorunda kaldığı onca zamanı boşa harcamaktan hiç hoşlanmaz, mümkün olduğu kadar kimselerin dikkatini dağıtmadığı yerlere oturup, okumaya ve yazmaya çalışırdı.. Gelgelelim diğer insanların kendisini öyle rahat bırakmaya hiç niyetleri yoktu ki..

Karşısındaki genç üçlünün kız olanı, neredeyse saydam denebilecek beyazlıkta bir cilde sahipti.. Serbestçe omuzlarına dökülen, beyaza pek yakın sarılıktaki lepiska saçları, arada bir şiddetini arttıran esintiyle şöyle bi dağılıyorsa da hiç acele etmeyen ince uzun parmaklar, zarif bir hareketle onları hemen eski hâline getiriveriyordu..
Aralarında boy farkı olan, ancak aynı yaşta oldukları yüzlerinden okunan iki erkek arkadaşla bu zarif Leydi, ortama ve yaşlarına oldukça ters düşen, ancak asilce olduğu da şüphe götürmeyen jest ve mimiklerle, gayet neşeli bir muhabbetin belini kırıyorlardı..

('Belini kırmak' deyimi aslında buraya hiç yakışmamış, lâkin ne yapalım ki çok bilmiş yazarın tercihidir bu sayın okuyucu. Kendisini uyardık ama tınmadı. Bilginize. İmza: Müdüriyet)




Azrail de Bir Melektir

Kitap okumayı artık iyice bırakan Bay Meraklı, karşısında oturan dünyalar güzeli bu kıza, gerçeğe en yakın ve doğru bir târifle 'Elf Kızı' denilmesi gerektiğine karar vermişti..
Sohbetten bi ara koptuğu gözlenen Elf Kızı'nın dikkatini çeken şey, onlara dik bakan bir kanepeye rahatça yerleşmiş, kendileriyle hemen hemen aynı yaştaki bir Çingene kızıydı.. Sağına soluna yerleştirdiği büyük ve şişkin naylon torbalarıyla oldukça mutlu görünüyordu.. Bir yandan, arasında belki de hiçbir şey olmayan bir ekmek parçasını kemiren, bir yandan da plastik terliklerinden kurtulmuş ayaklarını neşeyle ileri geri sallayan bu esmer kızla Elfiye'nin göz göze gelmesi, görülmeye değerdi doğrusu..

Bayan Elf, kendisine hayranlıkla ve pırıl pırıl bakan simsiyah gözlere, içinde benzeri görülmemiş içtenlikte bir sevgi ve de şefkâtin kabardığı bal rengi gözleriyle öylesine bir bakışla yanıt verdi ki, "Saf Aşk, her hâlde böyle bir şey olmalı." deyu düşündü Bay Eleştirmen..

'Aşk'ın kız hâli', yanındaki oğlanlara bi şeyler söyleyerek ayağa kalktı.. Taba rengi deri çantasından çıkardığı bir paket Eti Negro'yla Çingene kızın yanına yaklaştı ve değme Noel Baba'ya taş çıkaracak bir sevecen tavırla bisküviyi uzattı.. Bu genç ve melek ruhlu kıza, Noel Anne demek de mümkündü..
Hayranlığına şaşkınlık da eklenmiş esmer kız, önce otomatik bir hareketle ikramı geri çevirir gibi olduysa da, âdeta nurdan hâlesiyle yanına sokulan Bayan Noel'i reddetmek mümkün değildi.. Siyahımsı paketi aldıktan hemen sonra, onun pamuk renginde ve yumuşaklığındaki elinin, yüzünü okşadığını hissetti.. Daha sonra da bir melek gibi fısıldayan sesini duydu: "Bundan böyle artık sen benim en iyi arkadaşımsın."

Film eleştirmeni dostumuzun yakıştırmasıyla, önce Leydi ve Elfiye, daha sonra da Noel Anne ve de nihayet Melek olan kız yerine döndüğünde, az önce sohbet ettiği erkek arkadaşlarının yerinde yeller esiyordu.. Sanki vapur yarılmış, onlar da denizin içine düşmüşlerdi..

Bu eksikliği hiç hissetmemiş gibi görünen Melek Hanım, bir kakaolu-kremalı bisküviyi daha ağzına götüren Çingene kıza gülümseyerek, Haydarpaşa'da ineceğini söyledi.. İnci gibi parlayan dişleriyle, bembeyaz kreması kenarından görünen bir Eti Negro'yu andıran kız, üzgün bir ifadeyle Kadıköy'e gitmek zorunda olduğunu söyledi.. Sonra da merakla ekledi:
“Erkek arkadaşların nereye kayboldu?”
“Onlar mı.. Vapurdan inmiş olmalılar.”

Bu cevaba bir anlam veremedi tabii.. Haydarpaşa'dan önce nerede ineceklerdi ki..
Tam da bu yeni soruyu soracakken, peşpeşe üç kez kulağında yankılanan, "Unutma ki sen benim en iyi arkadaşımsın." cümlesiyle duraksadı.. Bu arada aniden ayağa kalkarak, aşağıya inen merdivenlere yönelen Melek'in arkasından çaresizce bakakaldı.. Hemen akabinde de ona doğru hamle yapmamak, en azından "Gitme!" diye haykırmamak için kendini zor tuttu.. 
Vapur, Haydarpaşa'ya yanaşıyordu..

Bütün bu olanları bir film gibi izleyen, eleştirmen kahramanımız biraz düşününce, 'Melek'ten de vazgeçti.. Hem de en büyük meleklerden, kara cübbeli, pelerinli Azrail'i gözünde canlandırmak bile buna yetmişti; yanından hiç ayırmadığı o 'can alıcı' kocaman tırpanı saymıyordu bile..
Tezini geliştirmeyi sürdürdü: “İçiyle dışıyla mükemmel ve iyilik timsâli bu varlığa Melek demek saçmalık; Peri kızı ya da kısaca 'Peri' demek en doğrusu.. Tabii ki bir İyilik Perisi o.. Belki de ne bileyim, daha değişik bir cins de olabilir; mesela Vapur Perisi?”

(Ey okuyucu, bisküvi ikram etmek ve birazcık sevecen yaklaşmaktan ibaret bu iyiliği biraz fazla abarttığımı düşünebilirsin, ama lütfen öyle düşünme.. O anda orada ve Sinema Yazarı, Çingene Kızı, Peri Kızı ile onları uzaktan izleyen bendeniz arasında oluşan 'manevi iklim' öylesine yoğun ve de şedit hissediliyordu ki şimdi bunu size târif etmemin imkânı yok.. O an ve daha sonra olacakları -durun hele siz!- izlerken, haşyetten gözlerimden yaşlar fışkırıyordu diyeyim de siz anlayın.. İmza: Yazar)




Haydarpaşa Protokol Camii

'En iyi arkadaş'ı olan Peri'nin merdivende gözden kaybolmasıyla, ondan bir anda ve ebediyen ayrılmak fikri, çingene kızı Esmeralda'nın içinde bir yerden, kocaman bir şeyin kopmasına neden olmuştu.. Torbalarını almadan, terliğini dahi giymeden yerinden fırladı..
Vapura uzatılmış tahta iskeleyi kullanmadan, halat sarılı bir babanın üstünden yalın ayak sekerek, en son, Haydarpaşa Garı merdivenlerinin en üst basamağında gördüğü Peri'nin peşinden seyirtti..
Sadece bu ikisinin vapurdan inmiş olması çok tuhaftı; günün her seferinde buraya âdeta boşanan onlarca kişiden eser yoktu..

“Dur orda, sakın gelme!”
Peri'nin onu peşinde görmesi, kolunu kaldırması ve bağırması aynı anda olmuştu..
Bir an için duraksayan Esmeralda nefes nefeseydi, kendisine yalvarırcasına, hatta acıyarak bakan Peri'ye "Neden?" diye bağırmaya çalıştı, hiç sesi çıkmadı.. Ağlamaya başladı.. El kol hareketiyle sormaya çalıştı; bir yanıt alamadı..
Hüzünle başını öne eğen Peri'nin arkasında yükselen görkemli gar binasının tepesindeki saatin her iki yanındaki pencerelerde, vapurda ortadan kaybolan o iki çocuğun belirdiğini gördü.. Belli belirsiz bir tebessümle, kendisine bakıyorlardı..
Olduğu yere çöktü.. Belki dakikalar, belki de saniyeler geçtikten sonra, kızcağızın şaşkınlığı tamamen korkuya dönüştü.. Çünkü, koskoca tarihi bina çatısından başlayarak, cayır cayır yanmaya başlamıştı..

Bütün bunlar olurken, Kadıköy'de inmesi gereken meraklı sinema yazarımızın da, 'bakalım bu iş nasıl sonuçlanacak' saikiyle vapurdan inerek, her şeye tanık olduğunu söylemeliyim..
Etrafı sarmaya başlayan dumanların arasından bakan kahramanımız, önce Peri'nin, sonra da penceredeki Cinlerin -ki öyle olmalılar- ortadan 'pof diye' kaybolduğunu; zavallı Çingene Kız'ın da kocaman bir Eti Negro'ya dönüştüğünü, hayâl meyâl görmüştü..

Şimdi de onun eli ayağı titriyordu.. Aklını oynattığından şüphelenerek, eski Esmeralda, yeni Eti Negro'ya biraz daha yaklaştı.. Giderek iyice koyulaşan duman tabakasının arkasından baktığı hâlde, kadersiz kızın dişlerini andıran o beyaz kremayı fark etti.. Vapurda onun gibi davranmadığına, Peri'yle göz göze gelmediğine şükretti.. Yoksa o da bu kızcağız gibi şimdi acayip bir şeye dönüşebilirdi..
Böyle bir hata yapmış olsaydı neye dönüşmek isteyeceğini düşündü.. Bisküvileşmeye kesinlikle dayanamazdı.. Şöyle siyah renkli, ince uzun kutulu bir enerji içeceği olmak galiba en iyisiydi..
O anda bile eleştirmenliği tuttu: “Çikolata renkli kız, çikolata tanecikli bir Eti Cin'e dönüşse kesinlikle daha anlamlı olurdu.. Hem Eti Cin'in tıpkı onunkine benzeyen gözleri, aynen onun gibi de gülen bir ağzı vardı.”

Güneş batmış, büyüyen yangının sıcaklığını yüzünde hissetmeye başlamıştı.. Zavallı kızın giderek isle kaplanan bisküvileşmiş bedenini orada bırakmalı ve tehlikesi hızla artan bu ortamdan bir an önce uzaklaşmalıydı.. Biraz ilerdeki Haydarpaşa Protokol Camii'nin kendisiyle orantısız uzunluktaki minarelerine doğru koşmaya başladı..

(“Ne protokolü ulan!? Caminin de protokolü mu olur?” demeyin, adamlar yapmış ve bal gibi de olmuş işte.. Hem öyle lanlı lunlu konuşmayalım lütfen.. İmza: Sevgili Yazarınız)

Dünyanın En Berbat Tostu

Camiye kadar devam eden bu yolda ilerlerken, gar binasının hemen bitimindeki avuç içi kadar küçük ve daracık kıyı şeridini, kahramanımız -Normal Şartlar Altında tabii- pek sever; yolu buraya her düştüğünde hep bir taşın üzerine oturur, kâh burayı, kâh karşıdaki Kadıköy'ü seyrederdi..
Büyük bir kısmı toprak ve mezbelelik olan, derme çatma tahtadan yapılma iki-üç iskeleciği ve bunlara bağlı küçümen teknelerin üzerinde salındığı bu koycuğun, bir zamanların sahil kasabası Kadıköy'den geriye 'bozulmadan' kalan tek toprak parçası olduğunu düşünür, umarsız ama hoş bir duygu içini doldururdu..

Neredeyse bir kıyameti andıran şu lanetli anda böyle bir lüksü yaşaması elbette imkânsızdı.. Zaten deli gibi koşmaya başladığı o hızla kendini bir anda 'çifte minareli' Protokol'un yanında bulmuştu..
Bu arada bir süredir, camiden sonraki dönemecin sonunda varılan ve kendisine rahatlıkla, 'Otobüs-Minibüs Cenneti' denebilecek geniş meydandan patlamayı andıran sesler geliyor; sürekli parlayan şiddetli ışıklar da göz alıyordu..

Kahramanımız, meydana ulaşmak için camiden henüz uzaklaşmıştı ki kulaklarını sağır eden bir gürültüyle -çok afedersiniz- ödü bokuna karıştı..
Titreyerek arkaya baktığında, Sayın Protokol Camii'nin temelinden sökülüp, minareleriyle birlikte bir füze misâli göğe doğru havalandığını gördü.. Şöyle bi kırk beş-elli metre kadar yükselen cami daha sonra tepesi üstü, daha doğrusu minaresi üstü düşmeye başlayarak, biraz ilerdeki denize çakılıverdi.. Upuzun minarelerin anca yarısı suya gömülmüş, diğer yarısı ve caminin -ters olarak da dursa- tamamı, tuhaf bir ada gibi sudaki yerini almıştı..
Bütün bu acayip gelişmelerden iyice şaşkına dönen Sevgili Eleştirmen, manzarası bir anda ve tam yüz seksen derece değişen Hz. Protokol'e baktı ve vazifesini yapmakta yine gecikmedi: “Bu cami böyle daha mı estetik durdu ne!”

Hava iyice kararmaya başlamıştı.. Burada daha fazla oyalanamazdı, ilerdeki meydandan gelen gürültüler artarak devam ediyordu.. Bay Eleştirmen, orada olan bitenin ne olduğunu bir an evvel öğrenmek maksadıyla hızlandı..
Meydanın başına geldiğinde, az kalsın küçük dilini büyük diliyle birlikte yutacaktı.. Değil sadece Kadıköy'ün, belli ki tüm İstanbul'un, belki de Türkiye'nin, hatta bütün Dünya'nın bilcümle minibüs ve otobüs familyasından milyonlarca taşıt, tıklım tıkış buraya doluşmuştu.. Kadıköy Meydanı, olmuştu sana, Büslerin Mahşer Meydanı!

Bay Eleştir, 'buraya özel' şaşkınlığını da atlatır atlatmaz, insan olarak sadece kendisinin ortalıkta dolaştığı bu Mahşer Meydanı'nı iyice bi gözlemiş, sonunda da meseleyi çözer gibi olmuştu: “Bu akşam, bilumum minibüs, midibüs ve otobüsler için büyük kıyamet kopmuş olmalı.. Demek ki canlı-cansız her türden yaratıklar için kıyamet ayrı ayrı kopacaktı.”

Faaliyette olan bütün büsler bir anda durmuş, yâni ölmüş; hemen akabinde de, bugüne kadar hurdaya çıkarak araba mezarlığında çürüyenlerle birlikte hepsi yeniden dirilerek, özellikle seçilmiş bu meydana doluşmuştu.. Ortalık tam bir ana-baba günü, tam bir mahşer yeriydi.. Birbirlerine yıllar sonra kavuşan eski dost ya da sevgili büslerin gözyaşlarıyla karışık sevinç haykırışlarıyla, Birinci Sırat Köprüsü'ne giden yolda oluşturulmuş upuzun kuyruktaki sıra kavgalarının küfürleri birbirine karışıyordu..

Filmlerde gördüğü 'uzun burunlu' otobüsler, boynuzlu troleybüsler, babasının anlattığı o Kaptıkaçtı'lar bile buradaydı.. En hüzünlü manzara da, daha gençliklerine doyamadan kıyametle karşılaşmış, metrobüslerin hâliydi..

En sonunda hepsinin buradan ayrılarak, ebedi hayatlarını yaşayacakları Öteki Dünya'ya gideceklerine karar veren Bay Eleş, büslerin tamamen ortadan kalkacak olmasına hem sevindi, hem de biraz üzüldü.. Otobüslerden hiç bi şikâyeti yoktu aslında.. Fakaat.. Yolları can pazarına çeviren şu 'saygısız ve serseri' minibüslerden ebediyen kurtulacak olmanın da keyfine diyecek yoktu..
“Ne yapalım, kurunun yanında yaş da yanarmış” diyerek, bu hengâmeden kazasız belasız çıkmanın, bir an evvel Moda'daki evine ulaşmanın plânlarını yaparken; önce dünyası, sonra da hayatı karardı.. Gerçi tam da emin değilim, her ikisi aynı anda kararmış da olabilir..
Bir 'Büs' olmadığına göre, bu bu başına gelen de neydi.. Pek bir anlam verememişti, ama yavaş yavaş, mühim bir şeyler olduğunun farkına da varıyordu..

Metalik bir gümbürtünün muazzam gürültüsüne karşın -artık kendisine ait olmayan- kulağında uzunca bir süre ve sadece iğrenç bir “Cırrk!” sesi yankılanıp duruyordu..
Ömürleri boyunca aynı caddeyi -adı üstünde Minibüs Yolu- kullanırken birbirine hep diş bilemiş olan, kara başlıklı tabelasında Kadıköy-Küçükbakkalköy yazan minibüsle, beyaz başlıklı tabelasında Pendik-Kadıköy yazdığı halde, hayatı boyunca hep bir önceki durak olan Kartal'a kadar gitmekte ısrar eden minibüs, çarpışmanın şiddetiyle âdeta birbirine yapışmış, bizim zavallı Bay E de aralarında kalmıştı.. Belki de dünyanın en pis, en çirkin görünümlü taşıtları olan bu ikili, kozlarını paylaşmak için mübarek kıyamet gününü seçmekle, berbat özelliklerine aptallıklarını da eklemiş oluyorlardı..

Kafa kafaya çakılmış iki aracın arasından çıkarak göğe doğru yükselen Bay Ruh, pek bi mutluydu.. Nasıl mutlu olmasın ki, çocukluğundan beri rüyalarını süsleyen bir olayı şimdi yaşıyor, resmen uçuyordu yahu!. Tamam, bu şartlarda olmasını o da istemezdi ama hiç yoktan iyiydi..
Belli bi yere kadar yükselip de dumanı tütmekte olan Haydarpaşa Garı'nı görünce üzüldü; denize çakılı Protokol Adası'nı görünce de neşelendi.. Vapura bindiği andan şu dakikaya kadar tanık olduğu acayiplikleri artık anlıyor gibiydi.. Daha doğrusu, 'sır dolu' bir şeyler anladığını, kendine inandırmaya çalışıyordu.. Tıpkı, izledikten sonra hiçbir şey anlamadığı bazı 'zor' filmleri, 'gizemli' sözcüğüyle rahatça yorumladığı gibi..

Hemen aşağıya, geldiği yere baktı; her ne kadar ruh da olsa, gördüğü manzarayı eleştirmek onun asli göreviydi.. Olmayan suratında beliren sırıtık bir ifadeyle söylendi: “Dünyanın en berbat tostu olmak da sonunda bana kısmet oldu ya.”
Ardından ciddileşti: “O değil de bizim kıyamet de tez zamanda kopar inşallah.. Zîra çok fazla yeni film kaçırmak, hiç de hoş olmayacak.”