Merhaba..
Hem
mükemmel bir şahsiyet, hem de Genel Yayın Yönetmeni'miz
olan Turgay Bey, "Ağbicim buyur şu Haymana Yaylası gibi köşe
senin; istediğini, istediğin gibi yazabilirsin," dediğinde,
gözlerimin yaşarmasını zorlukla engellediğimi şimdi
hatırladım da içim yine bi tuhaf oldu..
Burnunuza herhangi
bir yalakalık kokusu gelmemesini dileyerek devam ediyorum: Bu
gerçekten güzel insan, şu ahir-i ömrümde bana
bir Hıncal Kulunç'luk -yok efendim- bir Ertuğrul Özkek'lik
bahşediyordu yahu..
Nasıl minnettar olmaz ki insan..
Öte
yandan, kendisinin 'istediğin gibi yazabilirsin' lafının altında
'kibarca' kıpraşan, 'keyfince yayabilir, dilediğince
saçmalayabilirsin' alt metnini hissetmemek, onun zekasını
sorgulamanın ötesinde, bizzat kendimi hiç tanımadığımı
da ortaya koyardı..
Ne yapalım kardeşim ben de böyleyim..
Şu
dünyada, burnundan kıl aldırmayan ciddi yazarlara ne kadar
kontenjan ayrılmışsa; benim gibi, burnundan yine kıl aldırmayan
(O işlem çok kötüdür ya.. Hem acıtır hem de
hapşırtır) ama içinden geldiği gibi saçmalayanlara
da o kadar ihtiyaç vardır deyu düşünüyorum..
Siz böyle düşünmüyor musunuz?
Ee.. o da olur!.
O
değil de aranızdan illaki, “Bu yazdıklarının neresi saçma
ki sayın Serteli.. Saçmalama lütfen!” diyecekler de
çıkacaktır; ki işte onlar benim canlarımdır!.
Uzun
lâfın kısası, derginin mütevazı ocağında kaynatarak,
'Kültür Çorbası' adını verdiğim bu köşemde,
sanki çorba yapar gibi biraz oradan, biraz buradan, hatta
şundan bundan bahsetmeyi falan düşünüyorum..
Bu
nedenle, Kültür Mafyası'na sanki içeriden
fişteklenen bir muhalefetmiş gibi görünen bu isme lütfen
fazla takılmayalım..
Yok öyle bi şey..
Kültür
Çorbası, adeta bol malzemeli bir sebze çorbası gibi
eklektik, içine bol ekmek doğranmış bir işkembe çorbası
kadar da doyurucu olmayı amaçlayarak yola çıkıyor..
Gelgelelim yolda ne olur, evdeki hesap çarşıdaki kasap'a
toslar mı, bakın o hiç belli olmaz..
Hadi
bismillah..
Twitter'da
takip ediyorum da kendisini; Elif Şafak olmak çok zor yahu!.
Biliyorsunuz
kendisi bazen Türkçe yazıyor kitaplarını, bazen de
İngilizce..
Artık
kafası o gün nece çalışıyorsa, o kitabı da o dilde
yazmaya başlıyor olsa gerek..
Ertesi
gün kendi kendine, "Tamam İngilizce başlamış
olabilirim, ama canım bugün Türkçe yazmak istiyor..
N'olur kız, n'olur ya!" diye yalvarsa bile; yok, bir satır
dahi yazamayacak valla!.
İllâki
İngilizce düşünüp yazmak zorunda o kitabı..
Gerçekten
zor!
Sahi
ben buraya Twitter'dan gelmiştim..
Orada
da bir başka alem 'Dear Shafak'..
Ne
yazacak olsa üç-dört kelime falan, hemen arkasından
-hoop- onun bir de İngilizce'sini yazıyor..
Eee..
Biz Türkçe bilenler yararlanacak da, bunca ecnebi hayran
ya da peşine takılmış 'Follower'lar, her biri altın değerindeki
o görüşlerinden mahrum mu kalacak..
Belki
artık otomatiğe bağlamışcasına, pek de zor gelmiyordur bu durum
kendisine..
Yok
ama, yine de Elif Şafak olmak zor zanaat..
Peki,
Elif Şafak'ın adı geçtiğinde, aklıma hemen ardından
Orhan Pamuk'un gelmesi çok mu bana özel bir durum?.
Tek
örnek de onlar değil aslında..
Gerçekten de merak
ediyorum, nedir bende ki bu 'sanatsal ekürileştirme'
refleksimin mekanizması?
O
değil de, eküri'nin dilimize Fransızca'dan geldiğini az çok
tahmin edebilirsiniz..
Peki,
'article' ilaveli yazılışı "L'ecurie" olan bu sözcüğün
"Ahır" anlamına geldiğini biliyor muydunuz?
Daha
çok at yarışlarından kulağımıza çalınan eküri'yi
duyduğumuzda, aynı ahıra ait ya da sahibi aynı olan atlar
aklımıza gelir..
Yani 'ahırdaş' atlar..
Altılı
Ganyan falan oynarken -garantili diye- kolayca işaretlemekten
çekinmediğimiz, biri kazanırsa, diğerinin de kazandığı
var sayılan o 'güzel' atlar..
Hadi
bakalım, şimdi de aklıma, "O güzel insanlar, o güzel
atlara binip gittiler," cümlesi düşüverdi..
Yaşar
Kemal'in, Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı romanında
geçiyordu galiba, insana ilk bakışta bir 'peygamber sözü'
gibi gelen bu tümce..
Tamam,
şiirsel olduğunu ben de kabul ediyorum..
Ancak,
kimse kusura bakmasın ama, tamamen 'nostaljik' bir hamasetten
ibarettir bu lâf..
Demek
istediğim, aslında hiçbir şey değişmemektedir..
Bin
yıl önce olup bitenlerle bugün olanlar -belki biraz kılık
değiştirerek- aynen yaşanmaktadır.. Ne az ne de fazla; aynen..
Burada
sözü edilen o güzel insanların zamanında da
-geçmişlerine dair- tıpkı böylesine sözler
edildiğine adım gibi eminim..
Ve
emin olun, torunlarımız da bizden, 'güzel insanlar' olarak
bahsedeceklerdir..
Yani
sayın okur, bi bakıma sana da sesleniyorum..
Bu
durumda kendinizle ne kadar iftihar etseniz azdır, diyorum..
Monsieur
L'ecurie ya da Bay Orhan Pamuk'a dönecek olursak..
Kendisine
uzatılan her 'dış basın' mikrofonuna -yok efendim- küstah
Türk burjuvazisi, -neymiş efendim- dağılan Avrupa Birliği
projesi.. falan, sürekli konuşuyor ya..
Ama
bakın sakın yanlış anlaşılmasın..
Konuşmasına karşı falan
değilim..
Hatta daha da çok konuşsun, ama mümkünse
daha açık ve net konuşsun..
Ve biraz da samimiyet lütfen..
İngiliz
gazetesi Independent’a da şöyle deyivermiş sayın Pamuk:
"İnsanlar beni Türkiye için bir çeşit
diplomat gibi görüyor. Fakat öyle değilim. Olmak da
istemiyorum. Bu bana bir sorumluluk yüklüyor. Türkiye’nin
sesi ya da temsilcisi olmak neşe dolu ve çocuksu bir durum
değil. Bu beni utangaç biri yapıyor. İçimdeki çocuğu
öldürüyor."
Hah
hah haa! Bakın halâ gülüyorum..
İnsan,
diplomatlıktan falan bahsederken, içindeki çocuğa
nasıl gelir yahu..
Ne
kadar da 'Büyük romancı' olduğu, bu 'acayip' kurgudan da
gayet iyi anlaşılıyor..
Belli
ki birilerine içindeki o çocuktan bahsetmek isteğiyle
yanıp tutuşuyormuş hazret..
Hem
öyle, nasıl bir sebep bulsam diye de pek düşünmeden
ve 'uysa da uymasa da' yöntemiyle, koyuveriyor ortaya içindeki
çocuğu..
Yok,
ben de bizzat buna benzer bir girişimde bulundum da o yüzden
gayet iyi biliyorum bu durumu..
Bir
film gösterimi öncesinde yönetmen, erkek ağırlıklı
biz yazarlara bakarak, "Filmi izlettiğim kadın arkadaşların
hepsi hüngür hüngür ağladı.. Valla, onlar beni
daha iyi anladı." gibisinden konuşunca -aslında hiç
adetim değildir ama- hemen atılarak, "İçimde küçük
bir kız çocuğu yaşatıyorum, sanırım ben de fena
ağlayacağım," deyiverdim..
Film
o kadar kötüydü ki bu komikliğe ağlamam mümkün
olamadı tabii..
Asıl
söylemek istediğim, aynen Orhan Pamuk gibi, adamın içinde
yaşayan ve bir nevi 'Yaratık' diyebileceğimiz o çocuktan
bahsetmenin fırsatını kolluyormuşum demek..
Yalnız
bu arada, ünlü yazarımızdan daha doğru yerde ve biçimde
kullanmışım bunu hiç olmazsa; öyle değil mi?
O
da değil de, 'İçimdeki Çocuk' nasıl bir mahluktur
yahu!
Cümle
içinde kullanmadan önce insan bir düşünür..
Hamileler
dışında, kimsenin içinde çocuk mocuk olmaz
kardeşim..
Seninle
birlikte yaşadığını sandığın o şey, başka biri falan değil;
o çocuk bizzat sensin!
"Ben
yeterince büyüyemedim, olgunlaşamadım," diyemiyorsun
da, bir 'sözde çocuk' yaratıp, içine
yerleştiriyor, saçmaladığın zamanlarda da hesabı o çocuğa
havale ediyorsun..
Oh
ne alâ memleket!
Daha
da fenası, sadece içlerinde yaşatmayıp, o çocukları
bir de büyütenler var..
Adam
yirmi yıl önce müjdelediği 'manevi' gebeliğini bugün
yine tekrarlıyor..
Yahu
senin o çocuk dediğin çoktan askerlik çağına
gelmiş..
Gayrı
çıkar artık içinden de, davullarla zurnalarla bi
güzel yolcu et, gönder vatan hizmetine..
Haykır
ve kurtul ondan ebediyen, "En büyük asker, içimdeki
çocuk!" diye..
Ya
son olarak, ben bi şey soracaktım size dostlar..
Gerçi
duymadım, ama çok merak ediyorum..
Hükümetten
birileri şu sıralarda, "Yeni sloganımız şudur arkadaşlar:
Savaş barıştır, özgürlük esaret, cehalet de
kuvvettir," demiş olabilir mi acaba?.
Gerçekten
çok merak ediyorum..
(İşbu
-ilavelerle genişletilmiş- yazı, 'kültür mafyası
dergisi'nin Ekim 2012 tarihli sayısında yayınlanmıştır)
"Ben ölmeden önce Nobel verdiğiniz için teşekkür ederim" diyen 90'lık Doris Lessing geliyor aklıma, Orhan Pamuk'a baktıkça. Elfriede Jelinek ve usta eseri Piyanist'i geliyor aklıma. Sonra dönüp Orhan Pamuk'a bakasım gelmiyor, içindeki çocuk mu varmış, insan irisidir o olsa olsa, o adamın içinde çocuk ne arar!
YanıtlaSilElif Şafak ve Orhan Pamuk severleri pamuğa ıslatıp nohut gibi yetiştirmek istiyorum, daha hayırlı bi şey olurlar.