1.2.13

Vatan yahut Şehit Hatları Vapuru


O akşam, yine varoluşun kadim hüznünü yüklendiğim omuzlarımı düşürmüş vaziyette bindiğim, Şehit Mustafa Aydoğdu vapuruyla Beşiktaş'tan Kadıköy'e dönüyordum..
Vapurların bu 'şehitli' adları öteden beri hep dikkatimi çeker, onlara isimlerini vermiş bu 'önemli' kişilerin birçoğunu tanımadığımı düşünerek, kim olduklarına dair araştırma yapma kararı alırdım..
Tabii ki vapur, gideceği yolun daha henüz başındayken, ortada ne düşünce kalırdı, ne de alınmış bir karar.. 
Yine de birçok vapura adını veren bu şehitlerin, altmışlı ve yetmişli yıllardan bize yadigâr kaldığını tahmin ederdim ki, yaptığım küçük bir araştırmayla, bunu da doğruladım..

İnsanın içinden ister istemez "Hey gidi hey!" deyu ünlüyesi geliyor..
Şehitlerin çok daha az sayıda, dolayısıyla da kıymetli olduğu, eski günler..

Hele bir düşünün, aynı 'gelenek' halen sürdürülüyor olsaydı neler olurdu..
Neler olacak, daha seksenli yıllarda cümle vapurların isimlendirilmesi bitmiş, sıra, sandallara kadar gelmiş olurdu..
Hele ki günümüze geldiğimizde, İETT ve Halk otobüslerinin dahi tamamına şehit adları verilirken, geriye de daha bir sürü 'taşıtı olmayan' şehit kalırdı..

Şehir Hatları İşletmesi'nin vapurlara adını verdiği ilk şehitler 1960 yılından..
Teğmen Ali İhsan Kalmaz, 27 Mayıs 1960 İhtilali sırasında, paniğe kapılan bir askerin yanlışlıkla ateşlediği bir silahla vurularak -yanlışlıkla ama resmen- şehit olmuş..
Bu olaydan bir ay kadar önce, polisin, Beyazıt Meydanı’nda gösteri yapan öğrencilere ateş açmasıyla Turan Emeksiz şehit olur..
Onu ben, İstanbul Üniversitesi'ndeki öğrenciliğimiz sırasında kullandığımız yemekhanenin adından hatırlıyorum..
O sıralarda Moskova'da bulunan Nazım Hikmet, bu acı olay üzerine ta oralardan ses verir:
"Bir ölü yatıyor
on dokuz yaşında bir delikanlı
gündüzleri güneşte
geceleri yıldızların altında
İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda."

Emekliye ayrılan Turan Emeksiz Vapuru iyi bi paraya satıldı, otel-restoran falan oldu diyorlar; ki yakışır ‘şehit hakları işletmecisi’ devlet büyüklerimize..

1974 yılına, yani Kıbrıs Barış Harekatı’na geldiğimizde, vapurlara adını verecek şehitlerimizin sayısı da artar.. 
Bakmayın siz o Barış lafına, savaşın ta kendisidir yapılan..
Çoğu kaybımızı, kendi kendimizi şehit ederek veririz Kıbrıs'ta..
Binbaşı Metin Sülüş, Başçavuş Temel Şimşir ve Üstteğmen Necati Gürkaya, bu 'Barış' Harekatı sırasında kendi uçaklarımızla batırdığımız Kocatepe Muhribi'nde ölen elli dört denizcimizden sadece üçüdür..
Ve nasıl bir seçim uygulandıysa artık (Kura usulü olabilir mi acaba?) sadece onların adları vapurlara verilir.. 
Yine aynı savaşta yitirdiğimiz ve vapurlarda adlarını yaşattığımız pilot İlker Karter ve gazeteci Adem Yavuz, bizim tarafımızdan öldürülmeyen şehitlerdendir..

Biliyorsunuz ki, 'şehit' olgusu hassas ve netameli bir konu..
Hâl böyleyken, daha yazıya dökmeye karar vermeden önce kafamın içinde kımıl kımıl etmeye başlayan cümleleri nasıl az tepki alacak bir biçime sokarım endişesi duymadığımı söylemek zor..
Öte yandan, kendimi durdurmam da mümkün değil..

Bir düşünün, belki siz de bana hak verirsiniz; ki 'Şehit'lik kadar müphem başka bir kavram ben bilmiyorum.. 
En basitinden şunu hatırlamak bile yeterli: İki aynı ya da ayrı dilden, dinden, inançtan iki düşman ordusu savaşır, iki taraftan ölenlerin hepsi de şehitlik mertebesiyle onurlandırılır..
Tabutları kendi şanlı bayraklarına sarılarak, törenle mezara, oradan da sorgusuz sualsiz bi şekilde Cennet'e yollanır ve isteğe bağlı olarak da hep bir ağızdan bağırılır: "Şehitler ölmez, vatan yenilmez!"

Peki şimdi n'oldu?
Bir..
Ölmez diyorsun ama, adam öldü yahu!.
Resmen, hem de tantanayla mezara koydun, üstüne de toprağı yığdın ve çektin gittin..
"Yok o öyle değil.. İnsan şehit olunca ölmemiş sayılır, adettendir," diyeceksen eğer, seni duymam bile..
Sen en iyisi, bu palavralarını evlat acısından kahrolmuş, ağlamaktan gözyaşı pınarları kurumuş o 'şehit' analarına anlat da, al o zaman en münasip cevabı..

İki..
Şehitliği sağlayan asıl unsurun -o çok övündüğünüz- vatan, millet, bayrak, din, iman olmadığı; sadece ve sadece, adına savaş denen bir belanın bu 'kutsal' unvanı verebildiği tescillenmiş oldu..
Şimdi bütün o savaşlar dile gelse ve karşımıza geçerek, "Biz olmasak siz nah şehit olurdunuz!" deseler, hangimiz ağzımızı açıp da bir yanıt verebiliriz ki?.





(İşbu yazı, 'kültür mafyası dergisi'nin Ocak 2013 tarihli sayısında yayınlanmıştır)