Herkül gibi kuvvetli, Romeo kadar
duygusal (Aslında, 'benim kadar' diyecektim ama utandım.) bir adam
olan Jean Valjean, sırf bir somun ekmek çaldığı için
kürek mahkûmu olarak yıllarca eziyet çekmiş ve
hayatı karartılmış zavallı bir adamdır..
Onurlu biri olarak, yıllar boyunca bir
kez bile, "Lan ben sizin şu adaletinizi şey edeyim!"
benzeri tek laf etmeyen, 24601 nolu mahkumumuz, sonunda cezasını
çekmiş olarak serbest bırakılır..
Hapisten çıksa da, eski mahkûm
olduğunu gösteren belgesi yüzünden herkes ona kötü
davranır..
Tahliye olduğunda, 'iyi insan' tarafı
oldukça kararmış bu adamın vaziyeti, dışarıda
karşılaştığı bu kötü muameleyle daha da berbat hale
gelir..
Yine hırsızlık yapar (Ama bu sefer
malı iyi götürür.), yine yakalanır..
İşte gördüğü bu
merhamet dolu asil davranış, Jean Valjean’ın yaşamında bir
dönüm noktası olur; iş hayatına atılır, epeyi zengin,
hatta belediye başkanı bile olur..
Ancaak, -nasıl bir manyak hırsın
sahibiyse artık- onu ilk yakalayan ve mahkûmiyeti boyunca da
hiç nefes aldırmayan Müfettiş Javert'ın tükenmek
bilmez laneti, kendisine artık yeni bir hayat kuran kahramanımızın
peşini bırakacak gibi görünmemektedir..
Ünlü yazar Victor Hugo'nun
1862 yılında yazmış olduğu 'romantik' romandan uyarlanan ve
Claude-Michel Schönberg tarafından 1980 yılında bestelenen
müzikali esas alan filmi, The King's Speech (2010) ile Oscar
kazanan Tom Hooper yönetmiş..
Fransız Devrimi'nin arifesinde geçen
bu 'müzikli' hikayeye odaklanan izleyicinin, bir insanın yaşamı
boyunca karşılaşabileceği hemen her çeşit durum ve
duyguları içeren, kocaman ve çok boyutlu bir dünyanın
varlığını hissetmemesi imkânsız..
Kafasına 'At gözlüğü'
geçirilmiş adaleti intikam duygusuna indirgeyerek hareket
eden, bunun sağladığı kötülüğü, üstüne
rahat bir elbise gibi giymekten memnun Javert ile aptallığa yakın
saflığı ve iyi niyetiyle başı dertten bir türlü
kurtulmayan Jean Valjean -her ne kadar hasım olsalar da- samimiyetlerinden kaynaklanan vicdanları, onların ortak
noktalarıdır..
Vicdan ve onun çağırdığı
ikilemlerdir, bu iki adamın 'hayat yolu'nu belirleyen unsurlar..
Dönemin Fransa'sını yönetenlere,
'adalet' başta olmak üzere, çocuk haklarından, kadın
olmanın iç acıtan sorunlarına dek, pek çok eleştiri
getiren film adeta, "Göreceği iyilik, iyiye dönüştürüp
yükseltir insanı; kötülükse daha da dibe iter
onu." deyu bağırmaktadır..
Yönetmen Hooper'ın, yaratıcılık
hususunda -elindeki hazır malzeme sebebiyle- fazla katkısı olduğu
söylenemez; ama sonuçta, bu zor prodüksiyonun
üstesinden başarıyla geldiği söylenebilir..
Karşımıza çıkan hemen her
oyuncunun, güçlü oyun performanslarının yanı
sıra, sette canlı olarak kaydedilen şarkılarla da müzikal
duygusunun hakkını yeterince verdikleri kuşkusuz..
Kaynağı nedeniyle olacak, filmden
çok, müzikal bir tiyatro oyununa daha yakın duran bu
Sefiller yorumu, sinemasal anlamda, 'olağanüstü' bir sonuç
ortaya koymasa da, türün meraklılarınca mutlaka izlenmeli..
Bakın 'türün meraklıları'
diyorum..
Bu konuda anlaşalım da sonra karşıma
geçip, "İki buçuk saattir müzik dinlemekten
içim bayıldı.. Bu nasıl filmdir ki böyle, adamlar suyu
bile şarkı söyleyerek istiyorlar lan!" biçiminde,
cahil cahil laflar sarf etmeyin lütfen..
Les Misérables / Sefiller
Yönetmen: Tom Hooper
Senaryo: William Nicholson, Alain
Boublil, Claude-Michel Schönberg, Herbert Kretzmer
Oyuncular: Hugh Jackman, Russell
Crowe, Anne Hathaway
Yapım: 2012 / Amerika & İngiltere
/ 158 dk.
3.5 / 5
3.5 / 5