Kadıköy'den
bindiğim vapurdan Beşiktaş İskelesi'nde inmiş, bir filmin basın
gösteriminin yapılacağı Feriye Sineması'na vasıl olmak
üzere rotamı Ortaköy istikametine ayarlayarak yürümeye
başlamıştım..
Kulaklarım, telefonun müzik haznesine bağlı
kulaklıklarla dış dünyaya sağır vaziyetinden memnun,
gülümsüyor; gözlerim de, dinlediğim müziğin
video klibinin -o an etrafımda beliren her türlü
malzemeyle gerçekleştirdiğim- çekimiyle meşgul,
parıldıyordu..
İskeleden
henüz uzaklaşmıştım ki sırtımın sancak tarafında bir
darbe hissettim..
Etrafım, benim gibi yürüyenlerle çevrili
olduğundan, durumu yanlışlıkla oluşan bir çarpma olarak
değerlendirip, yoluma aynen devam ettim..
Az sonra sırtımın
iskele nahiyesine ilkinden daha sert olarak inen darbeyle birlikte,
bunun bir tesadüf olamayacağını düşünmeye
başladım..
Hemen akabinde başaltıma isabet eden şiddetli bir
çarpmayla birlikte, konuyla ilgili kararımı da artık
vermiştim: Eşek şakasıyla iletişimi tercih eden bir arkadaş,
beni arkadan takip ediyor olmalıydı..
İnat edip, uzun bir süre
arkamı dönmediğimden, hayvani bir refleksle bana kızıyor, bu
yüzden her darbesi daha da şiddetleniyordu..
Aslında bir adım
fazla atıp yanıma gelerek kendini gösterebilir ya da
seslenebilirdi..
Ama o, bunları düşünebilecek kadar izan
sahibi biri değildi..
'İçgüdülerinin emrine
ezelden amade bu şahıs kim olabilir?' diye düşünür
düşünmez, cevabı bulmuştum..
Şimdi o kişinin adını
vererek, buradan rencide etmek istemem..
Hoş onun böyle bir
hassasiyeti olmayacağını da gayet iyi biliyorum ama olsun,
insanlık yine bende kalsın..
Peki
ben neden arkama bakmadım..
Böylesine ilkel bir espri anlayışı
olan kaba bir adamla sabah sabah muhatap olmanın yıkıcı
sonuçlarına katlanamayacağım için mi?.
Evet, bunun
da bi doğruluk payı elbette var ama, o inadımın asıl nedeni,
kulaklıkla müzik dinliyor olmamdı..
Tabii ki aynı kafadaysak-
siz de kolaylıkla bana hak vereceksiniz ki yalnızlıktan hoşlanan,
gideceği uzun mesafeleri kulağındaki müzikle aşmaya bayılan
bir insana yapılabilecek en büyük kötülük
-tam bu durumdayken- onun yanına yanaşmaktır..
Hele ki o yanınıza
gelen kişi, hiç de hoşlanmadığınız, hatta ismini bile
bilmeden sadece selamlaştığınız biriyse ve üstelik sizinle
aynı hedefe doğru daha bi yarım saat yürüyecekse!.
İşte
o an beni bulunduğum yere gömseler -yemin ediyorum- gıkım
çıkmaz..
Tabii
ki sağlığımı da düşünerek sonunda arkamı döndüm
ve yanılmadığımı anladım..
Elinde salladığı bir naylon
torbayla sırıtıp duran 'sevgili' arkadaşımın o gül yüzünü
görmüş, içim kararmıştı..
Gülümsemeye
çalışan dudaklarımın arasından küfrün en
daniskalarını saydırıyor, içimde yanmakta olan nefret
ateşini bu şekilde söndürmeye çalışıyordum..
Uzun
süredir görüşmediğimizden ya da içine acayip
dert olduğundan olsa gerek, lafı, dergimize ve benim burada yazıyor
olmama getirdi..
"Vay be!. Daha dün Ekşi'de entry
kasarken, şimdi koskoca bir kültür sanat dergisindeki
köşene kurulmuş, yazı döşeniyorsun," dedi..
Tamam,
epeyi bi kıskançlık kokuyordu bu sözler, ama öte
yandan bir haklılık payı da vardı doğrusu..
Halâ ve şu
'sanal zamanlar'da dahi matbu bir ortamda yazın çıkmıyorsa
eğer, sen yazardan sayılmıyorsun..
Oysa, Ekşi'de de yazsam,
Tatlı'da da yazsam ben yine aynıyım ve yazılarımın özü
de aşağı yukarı hep aynı yahu!.
Farklı olan ne, yazılarımın
basılı bir dergide çıkıyor olması..
Anlayacağınız,
artık bir etiketim, daha doğrusu bir 'çerçeve'm var..
Bu tıpkı, geçen ay idrak ettiğimiz !f
Festivali'nde gösterilen belgesellerin durumunu andırıyor..
Televizyonda yayınlansa kimsenin başını çevirip
bakmayacağı, hatta ücretsiz gösterim yapılan belgesel
festivallerinde dahi ilgi görmeyecek; ama, çerçevesi
!f'li,
ortamı cafcaflı olduğunda, insanların -hem de üste para
ödeyerek- salonlara koşturduğu filmler..
Uymadıysa
bir örnek daha: Bir inşaat alanındaki, yıkılan eski evden
kalma iki kova dolusu molozu alır, yanına da mesela 'Home Sweet
Home-Mixed Materials' biçiminde bir etiket koyarak,
'enstalasyon işi' hesabı bir galeride ya da bir bienalde
sergilersen, o moloz da olur sana bir yüksek sanat yapıtı..
Yanılıyor muyum?.
Bakın size bu konuyla ilgili bir anımı
anlatayım da kaçayım: İstanbul Bienali olmalı..
Verdiğim
örneğe benzer bir 'İş'e -yakından incelemek bahanesiyle-
iyice yaklaşmış, irice bir çakılı, arkadaşlarından
ayırarak cebime atmış; sonra da onu, mekânın dışındaki
bir sokağın çamurlarına bulanmış vaziyette yerlerde
sürünen hemcinslerinin yanına fırlatmıştım..
Bu benim
tuhaflığım da olabilir; ama o an kendimi Tanrı gibi hissettim..
O
kadar harika bir duyguydu ki bu, siz de yerimde olsaydınız, inanın
aynı şeyi defalarca yaşamak isterdiniz..
Resmen bir taşın
kaderini değiştirmiş, onu, bir müzenin koleksiyonundaki
saygın yaşantısından kopararak, pis bir sokakta ölüme
terk etmiştim..
Evet
yine merak ediyorum: Kurbanı son nefesini veren bir katil de o an,
“Ene'l Hakk!” deyu kendinden geçiyor mudur acaba?.
Siz
hele bi durun, ben şunu da bir deneyeyim..
(İşbu yazı, 'kültür mafyası dergisi'nin Mart 2013 tarihli sayısında yayınlanmıştır)