13.6.13

Hani O Eski Vapurun Sesi


Belki siz de fark etmişsinizdir- vapurlara fena takılmış bir adamım ben.. 
Taşıt olarak çok kullandığımdan mı.. 
Sanmıyorum.. 
Mesela -ayaklarım da dahil- bacaklarımı, vapura kıyasla daha yoğun kullanıyorum; ama, onlara dair bir yazı yazmak, hiç de içimden gelmiyor doğrusu.. 

Bu konuda beni sadece İstanbul'da doğup büyüyenler anlar; hele ki vapurlarla haşır neşir olacak denli kıyılara yakın durmuş çocuklar, daha da bi fazla.. 

İyi-kötü anılarımızdır bizi bir şeylere, bir yerlere bağlayan.. 
Vapur için de öyle olmalı; o denizi köpürttüğünde, balıkların çamaşır yıkadığına inandırmıştı beni anam..
Denizin dibinde çamaşır yıkayabilmenin telaşındaki balıkları hayâl ederken, gülümserdim sanırım..
Ya kötü anılar?.

Masallar kadar eski bir zamanlar, doğduğum semtin tam ortasından geçen ve yüzlerce yıldır akan dere, üstü 'Tonoz' denen bir betonla kapatılmış olarak, Dolapdere'den Haliç'e kadar uzanan, çok uzun, gepgeniş bir kaldırım misali, yayaların hizmetindeydi.. 

Sıcak bir bahar gününün ikindi sonrasında, en iyi arkadaşım Metin'le yine mahallemizden uzaklaşmış, hayallerimizde kolayca yarattığımız, varlığına da anında inandığımız zorlu bir serüvenin daha kollarına atılmıştık.. 
En güzel rotalarımızdan biri de bu Tonoz boyunca yürümek, artık, uzaktaki yüksek semtlerin atıklarını boşaltan bir kanalizasyona dönüşmüş derenin döküldüğü, Haliç kıyısına varmaktı.. 
Beton yolun bitimindeki en uç kısma oturarak, hiç durmadan taşıdığı her türlü pisliği, Altın Boynuz'un sularına katan bu Boklu Dere'yi üstten seyretmek, oradaki ilk eğlencemiz olurdu.. 

Pis koku artık dayanılmayacak noktaya geldiğinde, oradan birazcık uzaklaşır, hemen vapur iskelesinin yanında bulunan, balıkçı sandallarının bağlandığı tarafta yerimizi alırdık.. 
Belli zaman aralıklarıyla iskeleye yanaşan, 'normal' vapurların birer yavrusu ebadında ve şirinliğindeki Haliç vapurlarının yolcu indirip bindirmesini izlemek pek güzeldi.. 
Ancak biz, kıyıya vuran dalgaların şiddetine göre, hep birlikte hareketlenen, yan yana dizilmiş sandallara ve takalara bakarak, en esaslı dostlarımız olan çizgi romanların kahramanlarından mülhem hayâllere dalmayı, daha çok tercih ederdik.. 
Bu hayâl deryasından kafasını ilk çıkaran, her an büyüyüp daha da renklenmeye teşne, ama kaba kurgusunu az-çok tamamladığı yepyeni macerasını heyecanla anlatırdı..

Önce Metin'in dikkatini çekmişti, bir sandalın içindeki bir bez torbaya doldurulmuş yeşil erikler.. 
Ağzımız sulanmıştı valla.. 
Şöyle izah edeyim: Bizim gibi yedi-sekiz yaşlarında, canının çektiği hemen hiçbir şeye kolay kolay kavuşamayan fakir aile çocuklarını, yere aralıklarla bırakacağınız yeşil eriklerle, istediğiniz yere çekebilirdiniz.. 
Gerisi sizin tıynetinize kalmış tabii..

Ne o sandalın, ne de diğerlerinin sahipleri ortalıkta görünüyordu.. 
Birbirimizle bakışıp, çoktan anlaşmıştık bile.. 
Suda hafifçe sallanan 'erikli sandal'ın, ipini çektiğimizde kolayca içine atlayabileceğimiz bir mesafeye gelebildiğini gördük.. 
Önce Metin ipe asıldı, ben tekneye atladım, sonra da sırayla ben ipe, o tekneye.. 

Her defasında nefes nefese ve bir avuç erikle yerimize dönüyor, büyük bir keyifle erikleri yiyor, emerek en son tadına kadar tükettiğimiz çekirdekleri de denize tükürüyorduk..
Bitmesini hiç istemediğimiz şahane maceramızın tadını, ne de güzel çıkarıyorduk canım..

Sandala atlama sırası Metin'deydi.. 
Arkadaşımın eli torbaya uzandığı an, kızgın sandalcının az ötede belirmesi ve “N'oluyo lan!?” diye bağırması bir olmuştu.. 
İskeleye sürtünüp duran komşu sandala can havliyle atlamak isteyen Metin'in dengesini kaybetmesi, denize düşerken de kahrolası 'Erikli'nin küpeştesine kafasını çarpması ve tam o sırada tornistan yaparak iskeleden ayrılmakta olan vapurun, Haliç'in kirli ve de kadim sularının derinliğine doğru onu çekivermesi..

O günlerde hemen her cenaze, kapısından son kez çıkacağı evinde yıkanır, ondan sonra camiye götürülürdü.. 
Herhangi bir evden o gün cenaze çıkacağını, evin önündeki sokağın kenarında bi yerde yakılan ateş ve onun üzerine yerleştirilmiş, içi su dolu kocaman ve de kapkara bir kazandan anlardık.. 

Olayın ertesi günü, sabahın ilk ışıklarıyla, ta karşıdaki Ayvansaray kıyılarında bulunmuştu en iyi arkadaşımın cansız bedeni.. 
İki gün sonra, şimdi de Metin'lerin evinin önünde kaynıyordu işte o kara kazan.. 

Kulaklarımda, bağrına ateşler düşen gencecik annenin, günlerdir dinmeyen haykırışlarına karışan vapur düdükleri, hayalimde dönüp duran bir film parçasındaki Metin'in çırpınışları, genzimi yakan odun ateşinin dumanı ve gözlerimden ip gibi süzülen yaşlar..






(İşbu yazı, 'kültür mafyası dergisi'nin Mayıs 2013 tarihli sayısında yayınlanmıştır)