19.7.13

Anaïs Barbeau-Lavalette: Savaşı sadece izleyemezsiniz


Anaïs Barbeau-Lavalette’nin senaryosunu yazıp yönettiği Inch’Allah / İnşallah, son Berlin Film Festivali’nde Panorama Özel Mansiyon Ödülü ve FIPRESCI Ödülü’ne layık görüldü.

İnşallah, Batı Şeria’daki bir Filistin mülteci kampında, geçici bir klinikte kadın doğum uzmanı olarak çalışan Chloe’nin farklı kesimlerden tanıdıklarıyla birlikte savaşın etkisini hissedişini anlatıyor. Sinemada İnsan Hakları Bölümü’nde yarışan filmin yönetmeni sorularımızı yanıtladı.


Bu filmi çekmek için İsrail ve Filistin’de epey vakit geçirdiniz sanırım?.

Önce belgesel çekmek için oraya gitmiştim. Çok etkilendim. Her iki tarafa da gittim; 12 yıl boyunca iki taraf arasında gidip geldim. Film kurmaca ama gerçek olaylardan ve gerçeklerden esinleniyor.

İsraillilerin en büyük sıkıntısı ne?

En büyük sıkıntısı, yeni nesillerin seçmedikleri bir hayatı yaşamak zorunda kalması. Askerlik yapmak zorundalar. 16-17 yaşında koca koca silahlar taşımak zorunda kalıyorlar. Birçoğu gerçekten de diğer tarafla tanışmak istiyor. Ben her iki tarafa da gittiğim için beni kıskandılar, “Bana ötekilerden bahset” dediler. Bu savaşı aynı imgelerle televizyondan izliyoruz. Artık empati duymuyoruz. İnsan yüzleri, özellikle de kadın yüzü kullanarak bu empatiyi yeniden canlandırmak istiyorum.


Anaïs Barbeau-Lavalette

Her iki tarafı gösterseniz de daha çok Filistinlilerin tarafındasınız gibi görünüyor. Taraf tuttuğunuzu düşünüyor musunuz?

Film, objektif olduğu için taraf tutmak istemeyen bir kadın hakkında. Film, savaşın ortasındaysanız savaştan uzak duramazsınız, savaşı sadece izleyemezsiniz, diyor. Savaş gerçeği onu yiyor bitiriyor. Taraf tutmak zorundasınız, bu yüzden o da bir tarafa dönüyor. Tabii film de bir tarafa dönüyor. Tamamıyla kasıtlı bir hamle. Filistinlilerin gerçeğine karşı daha hassassız. Öte yandan İsrail tarafındaki trajediyi, gerçekliği de yabana atmak istemiyorum. O konuya da filmde oldukça ayrıntılı değindim. Filme daha sonra ölecek İsrailli bir çocukla başladım ve onunla bitirdim.


Ana karakteriniz İsrail’de yaşıyor, Filistin’de çalışıyor. İki bölgenin de ortasında. Sizinle karakter arasında birçok benzerlik var. Karakter sizi mi yansıtıyor?

Senaryoyu yazarken her zaman kendimizden yola çıkarız. Chloe’nin ben olduğunu düşünmüyorum, o benim ikinci benliğim. Onun Batı’nın her hassasiyetini yansıtmasını da istedim. Başta politize olmayan ama sonra bir taraftan ziyade diğerini takip eden Batılı kadının bakış açısını temsil ediyor.


Doğum ve annelik gibi kadın meselelerini de filme eklemişsiniz... Bu meselelere uzun zamandır kafa yoruyor musunuz?

Bunu bilinçli şekilde yapmamış olmam garip. Üç kadın karakter seçeceğim, diye düşünmedim. Kadın olduğum için kendiliğinden böyle oldu. Savaş bölgesine gittiğinizde cephede olmayan ama her zaman orada olan kadınları görürsünüz. Doğum yaparlar. Hâlâ umut vardır onlara göre. Küçük askerler yetiştirmek için değil, yaşama inandıkları için doğum yaparlar. Savaş dünyasında bu imge gerçekten de güçlü.
Doğum, ulus olmak, ölümler devam ederken nüfusu korumaya çalışmak şeklinde de algılanabilir.
Genelde duyduğumuz söylem, dünyaya katılmak istedikleri, bu şekilde direnmek ve çocuk yapmak istedikleri yönünde. Çok açık.


12 yılınızı orada geçirdiniz. Bu süre içinde değişen bir şey oldu mu?

Evet, değişen şeyler oldu. Her iki taraf da artık daha az şiddete başvuruyor. Oraya gittiğim ilk sefere göre daha az öfkeliyim artık. Belki de yeni devlet başkanı sayesinde olmuştur. Onu da sevmeyenler var tabii. Direniş söylemine girmedi. Her iki tarafın da yeni nesilleri, bir araya gelebilmek için barışçıl bir yol arıyor. İletişim kurmak istiyorlar. Mülteci kampını ziyaret ettiğimde herkes saldırıya hazırdı. Artık geçti bunlar.


Çözümünüz nedir peki?

Filmin sonunda, küçük çocuklar duvarda bir delik açıp Filistin tarafından İsrail’e bakıyor. Hem şiirsel hem de metaforik. Benim umutlarımı yansıtıyor. Hemen yarın olmaz tabii ama bu çocuklar büyüyecek ve komşularıyla barış yapmaya hazır hâle gelecekler. Birbirlerini görmeleri, birbirleriyle konuşmaları gerekecek. Hükümetlerin yasakladığı da bu.


32. İstanbul Film Festivali’nde yarışmak nasıl bir his?

Savaş ve çatışma konsepti buraya Amerika’ya olduğundan yakın. Amerika’da biz bunlardan çok çok uzağız. Yarışmaya katılmak hem de İnsan Hakları dalında yarışıyor olmak çok dokunaklı. Filmim insan hakları konusuna değiniyor, ben de filmi bu yüzden yaptım.


Röportaj: Ceyda Aşar