Şu -neredeyse kırk yıllık- ömrüm boyunca neler başlayıp neler bitmedi ki..
İşte şimdi de !f İstanbul 2014
yarınki gösterimlerle birlikte sona eriyor..
İki sinema salonunda daha yapılmasına
karşın, benim izleme mekânlarım Fitaş Sineması'nın iki
salonu oldu..
İzlediğim toplam 12 filmden sadece
dördüne ev sahipliği yapan Fitaş 1'den gayet memnun
kaldığımı söyleyeyim; ancak, diğerlerinin mekanı olan
ve gıyabında kendisine Türkiye'nin en 'Klostrofobik Sinema
Salonu' unvanını verdiğim Fitaş 4'ü ise ne siz sorun, ne ben
söyleyeyim..
Evet, film izleme skorumun oldukça
düşük olduğunun farkındayım..
Hem benim bu festivaldeki hedefim, 'Tüm
Zamanların En Çok Film İzleyen Eleştirmeni' olduğuna
neredeyse emin olduğum sayın Kerem Akça'nın skorunun onda
birine ulaşmaktı ki bunu da başardım gibi sanki..
İşte o filmlerden bir demet:
İstanbul Hayali
Sizi Aron Angel ile tanıştırmamıza
izin verin. Ondan duyacaklarınız İstanbul'a bakarken kulağımıza
küpe olmalı.
Türkiye’nin ilk şehir
planlamacısı Aron Angel, İstanbul’u büyük bir müze
olarak hayal ediyordu ve her köşesine paha biçilemez bir
parçaymış gibi davranıyordu.
Önce İstanbul’un Cumhuriyet
döneminde bir kent olarak tasarlanması sırasında Henri
Prost’un ekibinde yer alır, sonra onun yerine İstanbul Nazım
Plan Bürosu başdanışmanlığına getirilir. Ta ki, bugünkü
Gezi Parkı’nın içine bir otel yapılması söz konusu
olduğunda “şahsi menfaatlerin revaçta olduğu bir
müessesede çalışmaktan utanç duyuyorum,”
diyerek istifasını sunana kadar.
“Yeşillik bir alana tek bir çivi
bile çaktırmam,” der Aron Angel ve yine bu yüzdendir
ki, İstanbulluların parkına, yaşam alanlarına, ‘kent hakkı’na
sermayeyi dokundurmadığı için adı “Bay Engel”e çıkar.
İstanbul Hayali, Aron Beyefendi’nin
hatıralarındaki İstanbul’un bugünkü AVM’ler diyarı
haline gelişinin panoraması.
Yönetmen: PERİHAN BAYRAKTAR
Görüntü Yönetmeni:
METİN AVDAÇ, THOMAS BALKENHOL, ERCAN ERDEMİR, EMRE ERKMEN
Kurgu: THOMAS BALKENHOL
Türkiye - 2013 - 98' - Siyah Beyaz
ve Renkli - HD - Türkçe
mümkünmertebe notu ::
Gerçek bir İstanbul beyefendisi
olan Angel'le ilgili kısa görüntüleri destekler
mahiyetteki, İlhan Tekeli, Cana Bilsel, Tarık Şengül gibi
işin uzmanlarının görüşleriyle ilerleyen 'mütevazı'
belgesel -başta 'görüntü kalitesi' olmak üzre-
teknik açıdan epeyi sorunlu; ancak içeriği ve
yüklendiği misyon sebebiyle de çok kıymetli..
Geçtiğimiz yaz
yaşadığımız o güzelim 'direniş günleri'nde Taksim
Parkı'nda yapılan gösterim görüntülerinin, belgesele sonradan eklenmiş olduğunu da belirteyim..
Sonuna kadar direnmesine karşın Gezi
Parkı'nın ortasına dikilecek heyulanın (Hilton) yapımına engel
olamayınca (Evet, aslında o bölge de gezi parkıdır ve daha
ilerdeki Maçka Parkı'yla birleşir) Nazım Plan Bürosu'ndan
istifa etme onurluluğunu gösteren bu kahramana 'Taksim Gezi
Parkı'nın İlk Direnişçisi' unvanı verilmeli; hatta, parka
heykeli dikilmelidir..
O değil de, bu güzel insan daha
sonra, daha da merkezi bir yere adeta doğa'nın mezar taşı gibi dikilen
Ceylan Intercontinental'i gördüğünde ne hissetmiştir
acaba?.
6 /10
Neposlusni / Haylaz
Sırbistan'dan gençlik isyanı
ve ruh ikizliği üzerine yenilikçi bir film.
Leni ve Lazar, 20’li yaşlarının
ortalarında, hayatlarına daha yön verememiş iki eski
arkadaştır.
Leni hafif depresiftir ve yaz mevsimini
babasının eczanesinde çalışarak geçirecektir. Lazar
3 sene yurtdışında kaldıktan sonra kasabaya geri dönmüştür.
Bir cenazede karşılaşan iki gencin
aralarında bir kıvılcım çakar ve bisikletlerine atlayıp
10 günlük bir gezintiye çıkarlar.
Bir yandan çok iyi
anlaşıyorlardır, ama diğer yandan ilişkilerinin adını
koymazlar.
Arkadaşlık ve aşk, çocukluk ve yetişkinlik
arasındaki buğulu bölgede gezinen Leni ve Lazar daha ne kadar
böyle devam edebileceklerdir?
Dünya prömiyerini Sundance
Film Festivali’nde yapan Sırbistan filmi Haylaz, hikâye
yerine anlara, tatlara ve hislere odaklanırken, yer yer bir müzik
klibini, yer yer bir performansı, yer yer de Terrence Malick
filmlerini andırıyor.
Mina Djukic’in bu ilk filmi, gençlik
isyanı, masumiyet ve özgürlüğe yaklaşımıyla da
Çek Yeni Dalgası ve eski Yugoslav sinemasından izler
taşıyor.
mümkünmertebe notu ::
Kendilerine 'ruh ikizi' diyebileceğimiz
denli ortak karakterlere sahip; ikisi de birbirinden 'yabani',
birbirinden 'değişik', dolayısıyla da toplumu ve kurallarını
hiç iplemeyen, davranışları epey sorunlu bir oğlanla bir
kızın 'ortak' yaşantıları üzerine..
Mesele şu: Özgür olmayı
'sorumsuz' ve 'dengesiz' olmakla karıştırmış gibi görünen
bu tuhaf ikilimizin ilişkilerinden nasıl ya da ne kadar bir 'uyum'
beklenebilir?.
Yönetmen, yarattığı
karakterlerin özelliklerini filminin karakteri haline getirmede
oldukça başarılı..
Hatta öyle ki, 'belirsizlik'
filmin adeta ruhu haline gelmiş..
İyi hoş da ablacım, yırtık dondan
çıkarcasına öykünün orasından burasından
kafa uzatıp sözde 'anlatıcılık' yapan o 'gıcık' herifi
filmine niçin sokarsın ki!.
Neposlusni, Bana pek hüzünlü gelen
finalini ve ikiliye sonradan eşlik eden küçük
oyuncusunu özellikle beğendiğim ve 'fark yaratma' çabasını
değerli bulduğum bir 'küçük' film..
6 /10
El Vals de los Inútiles / İşe
Yaramazların Valsi
Şili'de devletin eğitim
politikalarına karşı ayaklanan halk Başkanlık Sarayı'nın
etrafında 1800 saatlik bir maraton koşmaya karar verir.
2011’de Şili’de hükümetin
eğitim politikalarına karşı bir protesto düzenlenir. Hükümet
özel okulları desteklerken, halkın bir kısmı devletin
eğitime el atması gerektiğini, aksi takdirde fırsat
eşitsizliğinin daha da artacağını düşünmektedir.
Bunun üzerine başkent
Santiago’daki Başkanlık Sarayı etrafında 1800 saatlik bir
maraton düzenlenir.
Genci ve yaşlısı, 1800 saat boyunca
dönüşümlü olarak sarayın etrafında
koşacaklardır.
İşe Yaramazların Valsi bu maratona
dahil olan iki farklı bireyi takip ediyor.
Biri, okuduğu liseyi
arkadaşlarıyla beraber işgal eden bir öğrenci, diğeri ise
Pinochet zamanında işkence görmüş eski bir muhalif
(şimdi ise bir tenis öğretmeni).
Bu iki bireyin gündelik
hayat pratikleri üzerinden toplumsal değişimin imkânını
araştıran belgesel, Şili’nin dününe, bugününe
ve yarınına ışık tutuyor.
Şili, Arjantin - 2013 - 80' - Renkli -
DCP - İspanyolca
mümkünmertebe notu ::
Kendi kendine iddia ettiği gibi hiçbi
yere öyle ışık mışık tuttuğu yok bu filmin..
İlk bakışta ya da henüz
başlarken seyirciye vadettiklerini yerine getiremeyen yapım,
'Protesto Maratonu', 'Lise İşgali' ve 'Pinochet Mağduru' gibi
ilginç doneleri de resmen harcıyor..
Tıpkı Tayyip'in bizim
direnişçilerimize lâyık gördüğü
'Çapulcular' sıfatının bir benzerini -belli ki- Şili
hükumeti kendi protestocularına yakıştırmış: 'İşe
Yaramazlar'.
'Kötü' anlamda- oldukça
'amatör' bir iş olan filmden aklımda kalan ilginç tek
taraf da zaten bu benzerlik oldu..
O değil de film beni öylesine
hayal kırıklığına uğrattı ki hemen ondan sonra gösterilecek
-bileti de cebimde hazır- bir 'Taksim Gezi Direnişi' belgeseli
olan, "Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda"yı
izlemeye bile takat bulamadım ya.. İşte ben ona yanarım!.
3 /10
Come Worry with Us! / Gel Bizimle
Dertlen!
Kanadalı ünlü post-rock
grubu Thee Silver Mt. Zion Memorial Orchestra (eskiden A Silver Mt.
Zion olarak da bilinirlerdi) numara yapmaz; sınırsız ve samimidir.
Belki tam da böyle oldukları
için, kıyısında kalmayı seçtikleri müzik
piyasasının içinde 15 senedir bir şekilde kendilerini var
etmeyi başarmışlardır.
Fakat grubun evcil çifti Efrim
ve Jessica’nın ekmek teknelerine bir de çocuk eklenince,
durum karmaşıklaşır.
Bir yanda çiftin idealleri,
diğer yanda da artan masraflar vardır.
Efrim ek gelir için diğer grubu
Godspeed You! Black Emperor’ı turneye çağırırken,
Jessica da evde kalarak oğluna annelik yapar.
Yavaş yavaş kendilerini toplumsal
cinsiyetin tanımladığı rollerin içinde bulan çift,
bir yandan iyi bir anne-baba olup, diğer yandan hem birbirlerine hem
de başkalarına karşı adil olabilecekler midir?
Sanatlarını icra etmeye devam edip
prensiplerinden ödün vermeden hayatlarını
kazanabilecekler midir?
Gel Bizimle Dertlen! ideallerle hayatın
gerektirdiklerinin her zaman birbiriyle örtüşmediği o
gerilimli bölgede olağanüstü incelikle dolaşan
birkaç güzel insan hakkında, kaçırılmaması
gereken bir belgesel.
mümkünmertebe notu ::
Tanıtım yazısından da anlayacağınız
üzre, klâsik mahiyette -konser görüntülerinden
falan oluşan- bir müzik ya da müzisyen belgeseli değil
bu..
Popülerlikten tamamen uzak bir
müzik ve hayat anlayışları sebebiyle, geçim gailesiyle
haşır neşir olan müzisyen ikilimizin -hem çocuk
sahibi bir aile, hem de sanatçı oluşlarından kaynaklanan-
sorunlarına, son derece 'samimi' bir bakış..
İnternet'in albüm satışlarını
bitirmesi -grubun politik/etik yaklaşımı icabı- konser
biletlerine zam yapmaması, hatta devlet desteğini dahi reddetmesi,
yaptıkları işin olmazsa olmazı turnelerde -bir bebeğin de
kadroya katılması sonucu- daha da artan masrafların bütçeyi
zorlaması, olayın 'ekonomik' sıkıntısıdır..
Taze anne Jessica'nın, kendisi için
hava kadar elzem gördüğü müzik yapma tutkusunu
sınırlamaya başlayan, hatta onu 'son derece özgür
düşünceli ancak bebeği olan evli kadın' sendromuna
sürüklemeye başlayan 'annelik' gerçeği de, sorunun
'psiko-sosyolojik' yüzüdür..
Evet.. Orası Kanada'dır; ama oradaki
hükumetin de derdi halkın demokratik haklarını mümkün
olduğu kadar kısmaktır..
Ve bunun sonucu tıpkı bizdekine
benzeyecek; halkın zorbalara karşı olan 'evrensel direniş'i
tencere-tava çalarak, yollara dökülerek orada da
yükselecektir..
Filmin tek 'problemi', Thee Silver Mt.
Zion Memorial Orchestra'nın doyumsuz müziğini -derdi bu
olmadığı için elbette- doyacak yoğunlukta dinleyememiz
oldu..
Tabii ki bunun da çaresi var..
Buyrun son albümlerinin tamamı
işte burada..
Bu linki vermem yanlış gibi görülebilir; ama onlar -gelinen bu noktada- albümlerinden
artık para kazanamayacaklarının bilincindedirler..
Ama sizden ricam, lütfen onların
konserlerine gidelim, hatta bizzat sattıkları o gayet kaliteli
tişörtlerinden de alalım..
ki bu güzel insanlara bizim de
bi katkımız olsun..
8 /10
Tim's Vermeer / Tim'in Vermeer'i
Hiç beklemediğiniz kadar
eğlenceli bir sanat dedektifliği hikâyesi.
Tim Jenison post-prodüksiyon ve
grafik alanındaki bilgisayar programlarıyla tanınan bir mucit.
Garip hobiler edinmek için hem zamanı hem de tutkusu var.
Hobilerinin en sonuncusu belki de en
tuhaf olanı: Hollandalı büyük ressam Johannes Vermeer.
David Hockney ve Philip Steadman’ın Vermeer hakkındaki
kitaplarını okuması, Tim’i, Vermeer’in resimlerini optik bir
alet yardımıyla yaptığına iyiden iyiye ikna eder.
Hattâ, hemen garajında basit bir
mercek ve ayna düzeneği kurup, ilk denemelere de başlar.
Hayatında hiç resim yapmamış olan Tim, bu aleti kullanarak
Vermeer’in ‘Müzik Dersi’ isimli tablosunun tıpatıp
aynısını yapabilecek midir gerçekten?
Tim’in yakın arkadaşları olan Penn
ve Teller’in her daim komik ve eğlenceli müdahaleleriyle,
Tim’in bu inanılmaz eğlenceli, icat etme tutkusunun hiç
eksik olmadığı, ilham verici hikâyesini adeta bir sanat
dedektifliği öyküsü gibi izliyoruz.
mümkünmertebe notu ::
Asla geçim derdi yaşamayacak
bir zenginliğe sahip, hatta fazlasıyla konforlu bir yaşam
standartı olan akıllı, aşırı meraklı, esprili ve en önemlisi
başladığı işi bitirmeden durmayan, çalışkan ve de
tutkulu bir adamın son macerası..
Bu sanatsal ve bilimsel araştırmanın,
beklentimin dışında bir sonuca varması özümde bariz bir
hayalkırıklığı yaşattıysa da, filmin iddiasız ama optimist,
kahramanımızın ise iddialı ama sempatik hallerine ilgisiz kalmam olanaksızdı..
Meraklısı dışında- aslında o
kadar da ilginç ve çekici olmayan bir mevzuyu son
derece heyecanlı ve de eğlenceli bir biçimde filme aktaran
yönetmen Teller'i kutlamak gerek..
7,5 /10
A Spell To Ward Off The Darkness /
Karanlığı Savuşturmak İçin Bir Büyü
Kuzey topraklarında aşkınlığı
bulmak üzere çıkılmış ruhani bir yolculuk.
Karanlığı Savuşturmak İçin
Bir Büyü, pagan temsillerinden komün denemelerine,
black metal festivallerinden kutuplardaki münzevilere, Kuzey
Işıkları’ndan her daim mucizevi anlara uzanan ruhsal bir
yolculuk.
Giderek sekülerleşen Batı yaşam
biçimindeki spiritüelliğin, ütopyanın
olanaklılığına dair de bir soruşturma aynı zamanda.
Sanatçı/yönetmenler Ben
Russell ve Ben Rivers bu ilk birlikteliklerinde seyircinin
deneyimiyle tamamlanacak, kendilerinin “katılımcı etnografi”
olarak adlandırdığı, kalıplara sokulamayacak bir iş ortaya
çıkarıyorlar.
Karanlığı Savuşturmak İçin
Bir Büyü, profesyonel olmayan aktörlerin
performanslarının İskandinav manzarası eşliğinde bir koreografi
gibi kaydedildiği; geçmiş, gelecek ve şimdinin iç
içe geçtiği anları yakalamaya çalışan bir
ritüel gibi.
Karanlıktan aydınlığa geçişteki
deneyimimiz, yaklaşmakta olan ütopyanın genel provası değil
midir?
mümkünmertebe notu ::
Bizzat yönetmeninin deyişiyle-
seküler bir spiritüelliğin denemesini yapmaya çalışan
film, kameranın sabit bir açıyla çektiği, çoğunlukla
-anlamsız bir seçicilikle tespit edilmiş- doğa
manzaralarından ibaret aşırı uzun süreli görüntüleriyle
-seyircisinin sabrını test etmenin dışında- pek de başarılı
olamıyor..
Neyse ki son bölümü
oluşturan ve bir Black Metal grubunun bir barda verdiği, oldukça
etkileyici -bir ritüel misali- konser performansıyla o
hedeflenen 'tinsellik' de az çok yakalanmış oluyor..
5.5 /10