17.11.14

Gece :: Acı Bizim Kaderimiz


İzmir’deki Sürtük Pavyon’un en güzel hatunu, en gözde konsomatrisi olan Süsen (Nurgül Yeşilçay), babasız kalmış aileyi bir arada tutmaya çalışan, ama bunu pek de başaramayan sevgili annesinin (Nur Sürer) karşı çıkmasına rağmen, kendini bu 'ışıltılı' dünyaya bırakmış, güzel bir arkadaşımızdır..

Kürt olduğunu anladığımız bu ailenin en büyüğü olan, ağbi Zahit (Teoman Kumbaracıbaşı), keyfinden ya da spor olsun diye değil, mücadele vermek için dağa çıkmış, şu sıralarda da düz ovaya inmiştir..
O, örgütsel faaliyetlerine devam ederken; işçilik yaparak aileyi geçindirmeye ve küçük kız kardeşini (Vildan Atasever) okutmaya çabalayan 'küçük ağbi' Nahit (Hakan Yufkacıgil) de Zahit'in izinden giderek, kendini 'ziyan' edecek gibidir..

İzmir'in varoşlarında konumlanmış ailesinin bu hallerini uzaktan ve üzülerek izleyen, kız kardeşinden aldığı yeni haberlerle daha da dertlenen Süsen'in kendine özel olan derdi ise ayrı bir yük olmuş, gayrı omuzlarını çökertmeye başlamıştır..



Aynı pavyonda çalışan, daha doğrusu, berbat herifin biri olan patron Ekrem’in (İlyas Salman) yardımcılığını, yardakçılığını, daha da doğrusu şamar oğlanlığını yapan Yusuf’la (Mert Fırat) evli olan Süsen'in işi, gerçekten de çok zordur..

Bir zamanlar aşık olup evlendiği bu adam, belki hiçbir zaman ideal bir koca olmamıştır; ama gittikçe, daha beter olduğu da bir gerçektir..
Leblebi gibi sürekli ecstasy yutan, alkolle yatıp alkolle kalkan, dolayısıyla da sağa, sola ve de patronu Ekrem'e borçlanan, zavallı bir mahluka dönüşmüştür..

Üstelik bir de utanmadan karısına dayak atmaya da kalkışan bu adam, en sonunda gavatlık mertebesine kadar düşer ki, bunun yerine bok çukuruna düşse daha iyidir valla..

Kocası olacak gavatın yüzünden, kendini iyice düşmüş ve yenilmiş hisseden Süsen'e diğer bir darbe de, ailesinin siyasi faaliyette bulunan erkek bireylerinden gelecektir..




Bazen hayat bazılarına hep ters gider

Film ne bu hususta bilgi verir, ne de bir dönem çalışmasına gerek görmüştür; ama, anlattığı siyasi faaliyetlere bakarak tahmin yürüttüğümüzde, doksanlarda geçen, bir nevi 'köyden kente göç' tema'sıdır işlenen..

Buradaki 'göç' yeni tarihli değildir belki ama, olumsuz etkileri hâlâ devam eden bir 'gerçek'tir; köyün Güneydoğu Anadolu, kentin de Batı Anadolu olduğu bir gerçek..

Kimi 'düştüğü' pavyonda söylediği arabesk şarkıda dillendirir acısını, kimi de girdiği 'yasa dışı' örgütün sloganlarında haykırır isyanını..

İsyan etseler dahi, acıyı, kederi -içten içe- kaderleri bellemiş gibidir onlar; solgun da olsa, her şeye rağmen parıldar gibi olan umutlarını, çaresizliğin kara bulutları örtmüştür bir kere..
Sonuçta, ezelden yazılmış o kötü kader, herkes için gereğini yerine getirecektir bir bir..
Ve filmin konusunun özetinin özeti de aslında budur..  
 



Emektar yönetmenlerimizden Erden Kıral, yazıp yönettiği bu son filminde, gerçekçiliğini kaderciliğe meze yapmış bir üslubun, arabesk şarkısını dillendirmektedir..
Lâkin nasıl?.
Akortu bozuk bir sazın eşlik ettiği, hepten detone, ama kendini assolist zanneden bir şarkıcı misali..

Bir önceki filmi Vicdan'la, aslında yine aynı yolun yolcularını, yani ta en başından mağlup çıktıkları hayat yolunda ve her geçen gün daha da kötüye giden kişisel şartlarda debelenen 'küçük' insanları resmederken zorlansa da, yine de eli yüzü düzgün bir iş ortaya çıkarabilmişti Kıral; ama bu kez -maalesef- tam manasıyla dibe vuruyor..




Gerçi bir bütün olarak da öyle, ancak özellikle öykünün ölüm orucu ağırlıklı 'siyasi' bölümünde hayretle gözlemlediğim o acemiliği neye yorsam bilemedim..
Diyalogların tuhaflığına ya da diyalogsuzluğun zavallılığına bakarak, suçu daha çok senaryoya atmak istiyorum; ama, bu da mevcut durumu açıklamaktan aciz kalıyor..

Benzeri çoğu filmde, 'duygu sömürüsü' diyebileceğimiz özellikte bir iki sahne olabilir; ama, bir filmin -neredeyse- tamamı böyle olunca, haliyle de biraz ayıp oluyor yani..

Hele o, hapishanede girdiği ölüm orucu nedeniyle fena hasar gören ağbisini defalarca, ama defalarca ziyaret eden o kızkardeşin, iç parçalayıcı olmaktan sonunda gına getirici hâle evrilen ve ultra düzeyde seyreden o ağlamaları neydi yahu..

Hem o adamcağız, konuşamayacak kadar perişan durumdayken -hem de açıkça görüş istemediği halde- niçin her defasında o kızın karşısına geçirilir ki öyle; daha iyi, daha da çok ağlasın da, içimiz dışımız iyice şişsin diye mi!.
Öyle ki, bi ara yönetmen adına ben utandım da, bir süreliğine perdeye bakamadım valla..




Filmin üzerine adeta çöreklenmiş gibi duran, abartılı ve ağdalı üslup o kadar yoğun ve etkin ki, kadronun tümüne de bulaşan bu havayla, dengesini, hatta neredeyse kendini kaybeden oyunculardan, gerçekçi ya da doğru bir performans beklemek de hayâl oluyor tabii..
Bu mevcut duruma en çok direnebilen Nurgül Yeşilçay ve Mert Fırat, filmin en iyi oyuncuları olurken; 'yetenek abidesi' İlyas Salman ise, tam bir karikatüre dönüşüyor..

O değil de, Ayça Damgacı'nın canlandırdığı Konsomatris ile Hakan Karahan'ın 'öldürdüğü' -evet canlandırayım derken resmen öldürdüğü- Şair tiplemelerinin arasındaki o tuhaf ilişkiye, 'Tüm zamanların en saçma sapan yakıştırması' ödülünü vermekten, hicap duyuyorum..




Şurası da bir gerçek ki Erden Kıral, Yeşilçam geleneğinden gelip de günümüze intikal eden sayılı yönetmenler arasında kendini en başarılı şekilde yenileyerek, çağdaş sinemaya ayak uydurabilen isimlerin başında gelmektedir..
Durum böyle olunca, Gece'yi, Kıral'ın bir 'yol kazası' olarak görüyor ve muhtemel yeni projelerinde kendisine başarılar diliyorum..

Gece

Senarist - Yönetmen: Erden Kıral
Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Mert Fırat, Vildan Atasever, Teoman Kumbaracıbaşı, Hakan Karahan, Nur Sürer, Hakan Yufkacıgil, Ayça Damgacı ve İlyas Salman 
Yapım: 2014, Türkiye

3,5   /10