24.2.15

The Imitation Game / Enigma



1952 kışında İngiliz yetkililer bir soygun ihbarını araştırmak üzere matematikçi, kriptanalist ve savaş kahramanı Alan Turing’in (Benedict Cumberbatch) evine girer.
Ancak sonuçta ahlaksız davranışlarda bulunma suçlamasıyla Turing’i gözaltına alırlar.
Bu suçlama, onun homoseksüellik suçundan mahkûm olmasına yol açacaktır.
Yetkililer, aslında modern zaman bilgisayarcılığının öncüsünü suçladıklarından habersizdir.
Bilgin, dilbilimci, satranç şampiyonu ve istihbarat görevlilerinden oluşan bir grubun lideri olduğu bilinen Turing’in, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın kırılamaz tabir edilen Enigma makinesinin şifrelerini kırdığı bilinmektedir.

Zeki ve karmaşık bir adamın derinlikli ve akıllardan çıkmayacak portresini çizen The Imitation Game, müthiş bir baskı altında savaşı kısaltan ve karşılığında binlerce kişinin hayatını kurtaran bir dâhiyi anlatıyor.

Morten Tyldum’ın yönettiği, Graham Moore’un senaryosunu yazdığı filmin başrollerinde Benedict Cumberbatch, Keira Knightley, Matthew Goode, Rory Kinnear, Allen Leech, Matthew Beard, Charles Dance ve Mark Strong var.

2012’de Headhunters’la BAFTA ödülüne aday gösterilen Norveçli filmci Morten Tyldum’ın kullandığı senaryo Graham Moore, Alan Turing: The Enigma adlı Andrew Hodges kitabından uyarladı.
Filmin başyapımcıları, Black Bear Pictures’tan Teddy Schwarzman ve Bristol Automotive’den Nora Grossman ve Ido Ostrowsky.
Yardımcı yapımcı ise Peter Heslop (Zoraki Kral).


Kamera arkasında ise görüntü yönetmeni Óscar Faura (The Impossible), editör William Goldenberg (Oscar ödüllü Argo), prodüksiyon tasarımcısı Maria Djurkovic (Köstebek), kostüm tasarımcısı Sammy Sheldon Differ (Göster Gününü), saç ve makyaj tasarımcısı Ivana Primorac (Anna Karenina), kast direktörü Nina Gold (Sefiller) ve besteci Alexandre Desplat (Argo ile Oscar adaylığı) var.
Film, İngiltere’de; Londra, Oxfordshire, Buckinghamshire ve Dorset gibi yerlerde sekiz haftada çekildi.
Mekânlardan bazıları, yazar Ian Fleming’in eski evi, King’s Cross İstasyonu, genç Turing’in eğitim gördüğü Sherborne Okulu ve Bletchley Park’taki kod kırma merkeziydi.
Bazı iç mekân çekimleri de Middlesex’teki HDS/CHAK89 Stüdyoları’nda çekildi.


YAPIM HAKKINDA

İngiliz kriptanalist Alan Turing’in şaşırtıcı derecede gerçek ama geniş kitlelerce bilinmeyen hikâyesi, Aralık 2011’de Hollywood çevrelerinde hızla yayıldı.
Böylece Graham Moore’un, Turing’in yaşamını aydınlattığı ve henüz olgunlaşmamış olan senaryosu da efsanevi kara listeye girdi.
Yani, Hollywood yöneticilerinin, en sevilen ama yine de çekilmemiş senaryolar listesine.
Prodüksiyon firması Black Bear Pictures’ın başındaki Teddy Schwarzman, senaryoyu ilk okuyuşta çok etkilendi: “Çok sürükleyici ama çok yoğundu. Tarihsel önemi olan konularla doluydu. Anlaşılamayan bir ana karakteri vardı. Senaryo son derece zeki bir şekilde yazılmıştı. Diyaloglar son derece biçimliydi ama hiçbir şeyi karakterlerden daha ön plana çıkarmıyordu. “
Schwarzman, bunun Black Bear’ın orijinal, katılımcı ve karmaşık, karakter odaklı hikâyelerine çok iyi uyacağını biliyordu.
Kısa zaman önce çektikleri, Robert Redford’ın oynadığı Sona Doğru gibi.


Senaryo Nasıl Ortaya Çıktı?

Senaryonun başlangıcının, çoğu kişinin bildiğinden daha zengin bir geçmişi vardı.
2009’un sonlarında Bristol Automotive prodüktörleri Nora Grossman ve Ido Ostrowsky, Başbakan Gordon Brown’ın bir konuşma metnine rastladı.
Başbakan, Alan Turing’in İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gördüğü muamele için İngiliz hükümeti adına özür diliyordu.
Turing’in hikâyesini bilmedikleri için onu araştırmışlar ve özellikle ABD’de çoğu kişinin bilmediği olağanüstü bir yaşamı keşfetmişlerdi.
Derhal Andrew Hodges’un Turing biyografisine başvurmuş ve bu konuyu tartışmışlardı.
Konuklardan biri de Graham Moore’du.
Genç yazar, Turing’e duyduğu sevgiyi ifade etmiş ve üçlü, bir senaryo planı yapmıştı.
Turing’in savaş sonrasında yazdığı bir makale, Moore’a ilham kaynağı oldu. Makalede, Turing’in bir şeyin makine mi, yoksa gerçek bir kişi mi olduğunu belirlemek için icat ettiği bir yöntem anlatılıyordu.
Aslında bir tür testti.
Turing’e göre ise bir oyundu: The Imitation Game. Grossman ve Ostrowsky, 2012 sonbaharında proje için yeni bir yuva buldu.
Ekip, Schwarzman’la tanışınca aralarındaki ortaklık da doğmuş oldu.


Film Ekibi’nin Seçimi ve Projenin Doğuşu:

Schwarzman, Grossman, Ostrowsky ve Moore, aynı hikâyeyi aynı şekilde anlatmak istediklerini fark ettiler.
Yani hikâyenin en zorlayıcı ve benzersiz öğelerinin hakkını verirken, olağanüstü bir yaşama da saygı göstermeyi.
Moore bunu şöyle anlatıyor: “Bu, müthiş bir hayat hikâyesi. Uydurulmuş olsa inanılırlığı olmayacak bir hikâye. Pek çok dramatik olay yaşamış, dâhi ve savaş kahramanı olan, bilgisayarı icat eden, hükümet tarafından homoseksüellikle suçlanmış ve intihar etmiş biri. Film içinde film. Bunun gerçek olması insanı şok ediyor.”

Turing’in yaşamını çevreleyen olağanüstü şartlara rağmen, ekip onun hikâyesine kişisel bir hayranlık duymuş.
Schwarzman, Moore’un hevesini şöyle paylaşıyor: “Bu, dünyanın duyması gereken bir hikâye. Polonyalılarla İngilizler şifreyi kırmak için yıllarca uğraşmış ama yeterli bir gelişme kaydedememişlerdi. Bu yüzden gerçek anlamda hiçbir eğitimi olmayan bir profesörün, imkânsız bir problemi çözmek için Bletchley Park’a gelmesi insanı hayrete düşürüyor. Turing’in Bletchley Park’tan önce ve sonra neler başardığını herkes bilsin istedim."

Turing, benzersiz olmasıyla benimsendi ve süreç içerisinde sayısız hayat kurtardı.
Scwarzman, tematik açıdan da senaryoyla arasında bir bağ kurmuş.
“Ben dışarıdan bakanı, düşüneni, başkalarının konu dışı veya gereksiz bulduğu şeyleri sırf kendi iradesiyle, etki yaratmak için yapanı takdir etmeye meyilliyimdir. Bu, hiçbir şeyden bir şey meydana getiren, gelecek nesilleri derinden etkileyen bir adamın hikâyesi.“
Moore da Turing’in çalışmalarından çok etkilenmişti.
Bunu şöyle hatırlıyor: “Gençliğimde bilgisayar bilimleriyle son derece ilgiliydim.
Bilgisayar kampına gitmiştim. Programlamaya çok ilgim vardı. Turing, bu tarikatvari hayalin nesnesidir. Bilgisayarın, tarihin adaletsiz davrandığı ilk mucidi olduğu için Steve Jobs’dan, Bill Gates’e kadar herkes ondan bahsetti. Bu filmin, bir parçası olduğum ve olacağım en önemli şey olduğunu hissediyorum. Bir daha bu kadar çok sevdiğim bir şey yapabilir miyim bilmiyorum ama bu kez bunu yaptığım için çok mutluyum.”


Yapımcılar, malzemenin kendisi kadar tutkulu ve etkileyici bir sanat ekibi toplamaya koyuldu.
Ostrowsky: “Özel bir senaryomuz olduğunu biliyorduk. Geleneksel bir biyografiyi, karakter çalışmasını ve heyecanı birleştiren bir senaryoydu bu. Bu yüzden alışkın olduğumuz tarzda bir biyografik film çekmeyecek bir yönetmen istiyorduk.”
Mükemmel bir uyum çok önemliydi.
Ekip, bütün anlatımsal öğeleri, Turing’in hayatını hakkıyla anlatacak bir kapsamda birleştirecek nadir bir yönetmene ihtiyaç duyduğunu biliyordu.
“Bu filmle ilgilenen birçok yetenekli yönetmen vardı. İlgilerinden onur duyduk.” diyor Schwarzman.
“Filmin senaristi ve yapımcıları Amerikalıydı, bu yüzden filmin, tarihi köklerine bağlı kalınarak İngiltere’de çekilmesi gerektiğini düşündük. Nihayetinde beni, karakterleri anlamasıyla şaşırtan kişi bir Norveçliydi. Morten Tyldum, herkesi hikâyeye neyin çektiğini biliyordu. Bu bir aşk, kayıp ve zafer filmiydi.”

Amerika’da hâlâ tanınmayan Norveçli Tyldum, Norveç’te pek çok film yönetti. Bunlardan biri de BAFTA adaylığı bulunan Headhunters’tı.
“O filmi çok ama çok beğendim. Filme gömülü bütün öğeleri ayırırsak, her biri bizde olması gereken ayrı ayrı bakış açılarını temsil eder. Filmde bir gerilim, zamana karşı yarış, gerçekleşmekte olan bir av var. Ayrıca her anında mizah unsuru var ki bu çok gerekli. Filmin çekim tarzında bir sanatsallık var. O filmde yeteneğini bu kadar çok ortaya koymuş bir yönetmenimiz olursa bizim filmimizde de çok özel bir şey yapacağına dair güvenim tamdı.”

Tyldum’la görüşen Moore, onun bu işe tam uygun olduğunu anlamıştı. “Morten’ın bu filme kattığı kadar büyük bir yetenek sahibi bir yönetmenimiz olacağı aklımdan bile geçmemişti. Görüştükten sonra oradan ayrılıp herkesi aradım ve doğru kişinin o olduğunu söyledim. Filmin yönetmeni o olacaktı. Ve bunu içgüdüsel olarak anladım.”


Schwarzman: “Yönetmen olarak ilham verebilecek, vizyonuna güvenen ama aynı zamanda süreç içerisinde iş birliğine yatkın, duygusal hassasiyeti olan ve nasıl bir performans istediğini bilen biri olması gerekiyordu. Morten’la yaptığım iki görüşmenin sonunda onun film hakkındaki vizyonu bana tam anlamıyla güven verdi.”
Tyldum’un açısından ise Alan’ın geleneklere karşı gelen köklerine bağlı kalmak, filmi beyazperdeye taşıma açısından gerekliydi.
Tyldum, kendi rolündeki bu dışarıdan bakan konumu gördü ve İngiliz olmayan köklerini filmin lehine kullanmak istedi.
“Filme dışarıdan bakabilmek bence güzel. Bu, doğal bir şekilde hikâyenin evrensel öğelerine vurgu yapmamıza yol açıyor. Bu, İngiliz tarihinin özel bir dönemiydi ama Alan’ın bu fikirleri o dönemi de savaşı da çok aşıyordu. Bu yüzden bence bu, bir dönem filminden ibaret değil.

KAST SEÇİMLERİ

Tyldum’ın durumu kesinleşince bütün dikkatler filmin dayanak noktası olan rol için birini bulmaya odaklandı.
Turing’in dehasını, insanlığını ve karmaşalarını birleştirecek bir oyuncu gerekiyordu.
Filmin yönetmeni bunu şöyle hatırlıyor: “Daha bu film bana gelmeden önce, Alan Turing’i Benedict Cumberbatch’in oynaması gerektiğini söylemiştim. Benedict’te hem hassasiyet hem de güç var. Bir dâhi portresini inandırıcı bir şekilde çizebilmeyi herkes beceremez. İç dünya bu konuda çok önemlidir. Bu adamın Alan Turing olabileceğine ve bu büyük fikirleri üretebileceğine inancımız tamdı. Benedict kadroya katılınca piyango vurmuş gibi hissettik. O, filmin neredeyse her karesinde var. Böyle bir rolün üstesinden gelebilecek oyuncu sayısı çok azdır. Turing dâhi olmasının yanı sıra eş cinsel. Aynı zamanda da İkinci Dünya Savaşı’nı kazanması gereken biri. Benedict, Alan Turing’in zekasını yansıtmakla kalmıyor, onu somutlaştırıyor da. Karaktere bağlılığı, Alan Turing’in kendisiyle bile rekabet edebilecek düzeyde.”

Ostrowsky: “Alan’ı canlandıran oyuncunun inanılmaz zeki olduğuna inanmak gerekir. Benedict söz konusu olunca bu konuda bir şüphe bile olamaz. Ne kadar zeki, meraklı, gizemli olduğunu görebiliyorsunuz.”

Sıradaki görev, Alan’ın hem işte hem de özel yaşamında partneri olan başarılı matematikçi Joan Clarke’ı canlandıracak bir oyuncu bulmaktı.
 Zamanının ötesinde bir kadın olan Joan, çok yönlü bir karakter.
Onun için emektar ve yetenekli bir oyuncu gerekiyordu.
Akademi Ödülü adaylığı bulunan Keira Knightley de burada devreye girdi. Tyldum bunu şöyle anlatıyor: “Keira’nın Joan’u oynamak istemesi beni çok mutlu etti. Keira karaktere hem güç hem de kırılganlık kattı. Harika bir oyuncu. Buradaki performansı, diğer dönem filmlerindekinden farklıydı. Turing kadar yetenekli ve zeki birinin portresini çizmeyi başaracak yeteneğe sahip. Alan’ın sahip olmadığı bunca özelliği olduğu için de onun hayatında çok önemli bir rol ediniyor. Aralarında müthiş bir elektrik var.”


Bletchley çekirdeği içerisindeki son atom da Hugh Alexander rolüydü.
Yine çok başarılı bir adam olan Hugh, sayılara duyduğu istisnai ilginin yanı sıra müthiş bir cazibeye sahip.
Tyldum: “Mükemmel bir kadrom var. Yer aldığı hiçbir sahnede Mark Strong’dan yüz çevirmek mümkün değil. Charles Dance, bu role büyük bir otorite kazandırıyor. Askeri bir lider olmak için doğmuş. Rory Kinnear, Nock olarak çok katmanlı bir performans sergiliyor. Şifre çözücüler, yani Allen ve Matthew da cabası. Bu oyuncularla çalıştığım için çok şanslıyım. Onları ne kadar övsem azdır.”

Yapımcıların gündemindeki ilk konu tarihsel tutarlılıktı ancak Moore, filmin deneyimini yükselten yaratıcı zenginleştirmeleri de vurguluyor.
Örneğin Rory Kinnear’ın canlandırdığı Dedektif Nock, seyircinin hikâyeye katılımını sağlıyor.
Filmin senaristi bunu şöyle anlatıyor: “Dedektif Nock sahte bir isim. Eski ev arkadaşımın adı. Bize farklı bir perspektif kattı. Onun sayesinde seyirciye, onu tutuklayan polis memurunun gözüyle baktırmış olduk. Kötü değil, normal bir insanın nasıl olup da Alan’a o korkunç şeyi yapabilecek hâle geldiğini görebiliyoruz. Hikâyeyi, Alan’ın başına gelen kötü olaylar üzerine kurmak istemediğimiz için onun son yıllarını bu hayali dedektifin bakış açısıyla göstermeye karar verdik. Nock’ı, Turing’in etrafındaki gizemi oluşturmak için kullandık. Bu sayede seyirci de Turing’e ne olduğunu daha iyi anlıyor. Nock kötü bir insan değil. Turing’in başına gelen korkunç şey onun hatası değildi. Ayrıca büyük bir adaletsizlikti. Bunu hepimizin düşünmesi gerek.”

Yapımcıların kadroyu tamamlamak için birinci sınıf bir prodüksiyon ekibine ihtiyacı vardı.
Tyldum bunu şöyle anlatıyor: The Impossible’ı izledikten sonra filmi görüntü yönetmeni Óscar Faura’nın çekmesini istedim. Film çok güzel çekilmişti. Hemen arkasından The Orphanage’ı izledim. Çok güzel bir filmdi. Döneme saygı duyan bir görüntü yönetmeniyle çalıştığım için mutluyum. O trajik zarafeti çok belirgin bir şekilde yakaladı.”

Prodüksiyon tasarımcısı Maria Djurkovic de en başından itibaren Tyldum’ın takdirini kazanmış.
“O dünyayı oluştururken bana çok katkısı oldu. Kostüm tasarımcısı Sammy Sheldon Differ da öyle. Her şeyi parıltılı olmayan ama şık bir şekilde tasarladı.”


 Tyldum şöyle devam ediyor: “İngiltere’deki ekip çok profesyoneldi. Yaptıkları iş çok üst düzeydi. Bu, çok kültürlü ve uluslararası bir yapımdı. Yönetmenimiz Norveçli, yapımcılarımız Amerikalı, kamera ekibi İspanyol’du. Bir de İngiliz ekibimiz vardı. İşler çok iyi yürüdü."

Maria Djurkovic’in tasarımı, savaş dönemiyle sınırlı değildi: “Benim görevim senaryoya karşılık vermekti. Bence işin en önemli yanı filmin genel estetiğini belirlemekti. İnsanların bir dönemden belli beklentileri vardır. Ben onları her zaman biraz bozmayı severim. Ayrıca her mekânın ve tasarımın estetik olarak iyi görünmesini sağlamaya çalışırım. 1940’ların renk paleti oldukça donuktu ancak filmin merkezinde Turing’in şifre çözme makinesi olan Bombe var. Başlangıç noktamız buydu. Bletchley’e gidip onu çalışır hâlde görmek harikaydı. İçinden milyonlarca kırmızı kablo çıkıyordu. Bombe’yi çalışıyormuş gibi göstermemiz gerekiyordu. Gerçeği gibi ama ondan daha ilginç gözükmeliydi. Üstelik bunu sınırlı para ve zamanla yapmamız gerekiyordu. O, ilk bilgisayar. İnanılmaz bir icat. O olmasaydı kim bilir neler olurdu. O, sadece filmimizin değil, tarihimizin de merkezinde bulunuyor. “

Kostüm tasarımcısı Sammy Sheldon Differ da o dönemin bu en dinamik versiyonunu sergilemekte zorlanmış.
“Morten o 1940’lar havasını vermek istemedi. Biraz daha hayat dolu olmasını istedi. Biz de renk kullanımını konuştuk. Araştırdığım bazı fotoğraflar renkliydi. O dönem hakkındaki yayınlarda pek aktarılmasa da mavi, kırmızı ve yeşil rengin ağırlıkta olması ilgimi çekti. Senaryodaki gerçek karakterlere baktık. Onların kimliğini olabildiğince gerçeğe sadık bir şekilde aktarmak ama bir yandan da bir hikâye anlatım yöntemi olarak rengi kullanmak istedim.”

Alan Turing’in hikâyesi; yönetmen, yapımcılar, kadro ve ekip üzerinde derin ve uzun süreli bir etki yarattı.
Benedict Cumberbatch de kendini bu müthiş adamın yerine koyma fırsatının tadını çıkardı.
“Bletchley Park’ta çekim yapmak, o çimlerin arasında, daha önce orada olan ve bizden sonra da orada olacak olan ağaçların altında yürümek olağanüstüydü. Bu, tarihimizin çok önemli bir bölümü.”

Graham Moore, herkesin hislerini şöyle özetliyor: “Alan Turing’in hikâyesi çok trajik bir şekilde son buldu ama biz onu, yaşamını ve işini onurlandıran bir film çekmek istedik. O, tanıdığımız herkesten farklı biri. Her aşamada seyirciyi ona yaklaştırmaya çalıştım. Onu seyircinin kafasının içine yerleştirmek istedim. Umarım perdeye baktıklarında, tarihten ve kendilerinden çıkarılıp alınmış o insanı anladıklarını düşünür ve onun ne kadar müthiş biri olduğunu anlarlar.”



BENEDICT CUMBERBATCH - ALAN TURING HAKKINDA:

Benzersiz ve asimetrik bir kişiliği, müthiş bir empati düzeyi vardı.
Çok ilgiliydi.
Çocuklarla da arası çok iyiydi.
İnsanlarla iletişim kurma konusunda müthiş yetenekliydi.
Tuhaf bir insan olarak tanınırdı.
Ayrıca yetenekli, hızlı düşünen ve çok sağlıklı biriydi.
Olimpiğe yakın standartlarda maratonlarda koşardı.
Wilmslow’daki evinden Manchester Üniversitesi’ndeki işine kadar 20 kilometre koşardı.
Onu o günlerden tanıyan insanlarla konuştum.
Hepsi de onun olağanüstü düzeyde kibar ve utangaç olduğunu söyledi. Genellikle göz teması bile kurmazmış.
 Kurduğunda ise insan kendini insancıl, meraklı, zeki ve sevecen bir kişilikle yıkanmış hissedermiş.
Genellikle kendi dünyasında yaşadığı düşünülürmüş.
Çok ilginç şeyler yaparmış ama bu konuda çok açıkmış.
Dikkate değer, çok nazik, biraz patavatsız ama çok kararlı, olağanüstü yetenekli bir insanmış.
Hayatındaki trajedi, sadece çok erken ölmesi değil, cinsel kimliği yüzünden suçlanmış olmasında da yatar.


KEIRA KNIGHTLEY - JOAN CLARKE HAKKINDA:

Bu, bence anlatılması çok önemli olan bir hikâyeydi.
Altı yılınızı böyle bir şey yaparak harcayıp daha sonra bundan hiç bahsetmemek olağanüstü bir şey.
Bu konudan bahsetmelerine izin verilmemiş.
Birbirleriyle bile konuşmalarına izin verilmemiş.
Alan ve Joan çok iyi dostmuş.
Alan bir an için de olsa bir kadınla evlenip “normal” olabileceğini düşünmüş, bu her ne demekse.
Joan harika bir dosttu.
Belki de yürürdü.
Onlar, İkinci Dünya Savaşı’nın kazanılmasına yardımcı olan insanlar.
Ben hâlâ parmaklarımla sayıyorum.
Bu yüzden yüksek matematik hakkında ne zaman bir şey okusam, üç hafta uğraşsam da başaramadım.
Ben oyuncuyum, matematikçi değilim ki!

EKİP ÜYELERİNİN BİYOGRAFİLERİ

BENEDICT CUMBERBATCH (Alan Turing), Manchester Üniversitesi’nde tiyatro okudu ve Londra Tiyatro Akademisi’nde (LAMDA) eğitim gördü. Film çalışmalarından bazıları; Starter for Ten, Amazing Grace, Third Star, Wreckers, Stuart: A Life Backwards, Boleyn Kızı ve Kefaret’tir. Steven Spielberg’ün film uyarlaması olan Savaş Atı’nda ve Tomas Alfredson’ın filmi Köstebek’te oynadı. Son çalışmalarından bazıları; Peter Jackson’ın Hobbit üçlemesindeki ejderha Smaug ve Büyücü ile Star Trek: Bilinmeze Doğru, 12 Yıllık Esaret ve Julian Assange rolüyle Wikileaks: Beşinci Kuvvet. Pek çok televizyon rolü de vardır. Bu rolleriyle uluslararası düzeyde beğeni ve pek çok ödül kazandı. Bunlardan bazıları iki BAFTA adaylığı, en iyi oyuncu dalında bir Eleştirmenin Seçimi Ödülü ve Steven Moffat ile Mark Gatiss’in Sherlock Holmes uyarlamasındaki Sherlock rolüyle bir Altın Küre adaylığı. Diğer televizyon rollerinden bazıları da BBC dizileri To the Ends of the Earth ile The Last Enemy’dir. BBC dizisi Hawking’deki güçlü Stephen Hawking portresi ona uluslararası planda ünün yanı sıra ilk BAFTA adaylığını getirdi. İkinci adaylığı, 2010’da BBC uyarlaması Small Island’daki Bernard rolüyle geldi. Daha yakın zaman önce BBC/HBO dizisi Parade’s End’deki rolüyle en iyi oyuncu dalında Emmy ödülüne aday gösterildi. Tiyatro çalışmalarından bazıları ise The New Shakespeare Company’de oynadığı Lady From the Sea, Period of Adjustment ve Hedda Gabler gibi oyunlar. Bu rolleriyle Olivier ve Charleson ödüllerine aday gösterildi. Benedict, 2011’de The National Theatre’a dönerek Danny Boyle’un prodüksiyonu Frankenstein’da canavar ve Doktor Frankenstein rollerini oynadı. Bu rolleriyle de en iyi oyuncu dalında Laurence Olivier ve Evening Standard ödüllerini kazandı.


KEIRA KNIGHTLEY (Joan Clarke). İngiliz oyuncu, televizyonda ilk kez altı yaşında, Ferdinand Fairfax’in yönettiği Royal Celebration’da oynadı. Diğer televizyon çalışmalarından bazıları The Treasure Seekers, Coming Home, Oliver Twist, Doctor Zhivago ve Princess of Thieves. İlk sinema filmi, Patrick Dewolf’ın çektiği Innocent Lies’dı. Daha sonra Nick Hamm'in çektiği Delik ve Gillies MacKinnon’ın çektiği Pure’da oynadı. George Lucas’ın çektiği Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike’de Natalie Portman’la birlikte oynadı. Dönüm noktası olan rolü ise Gurinder Chadha’nın filmi Hayatımın Çalımı Beckham’daydı. Bu rolüyle Londra Eleştirmenler Topluluğu Ödülü kazandı. Dünya çapında dikkatleri üzerine çekmesi ise Gore Verbinski’nin filmi Karayip Korsanları: Siyah İnci’nin Laneti’ndeki kahraman Elizabeth Swann rolüyle gerçekleşti. Filmde Johnny Depp, Orlando Bloom ve Geoffrey Rush’la birlikte oynadı. Ardından filmin yapımcısı Jerry Bruckheimer’la tekrar bir araya gelerek Antoine Fuqua’nın filmi Kral Arthur’da ve Richard Curtis’in filmi Aşk Her Yerde’de oynadı. Bundan sonra John Maybury’nin yönettiği Çıldırış’ta ve Tony Scott’ın Domino adlı filminde oynadı. Sonra da iki devam filmi için Karayip Korsanları ekibiyle tekrar bir araya geldi.
Keira, Joe Wright’ın filmi Pride & Prejudice’teki Elizabeth Bennett rolüyle Akademi ve Altın Küre ödüllerine aday gösterildi. İki yıl sonra, Joe Wright’ın filmi Kefaret’teki rolüyle Altın Küre ve BAFTA ödüllerine aday gösterildi. Daha sonraki filmlerinden bazıları John Maybury’nin filmi Aşkın Kıyısında, François Girard’ın filmi İpek, Saul Dibb’in filmi Düşes, Mark Romanek’in filmi Beni Asla Bırakma, William Monahan’ın filmi Londra Bulvarı, David Cronenberg’in filmi Tehlikeli İlişki ve Joe Wright’ın filmi Anna Karenina’dır. Keira bundan sonra Kenneth Branagh’nın filmi Jack Ryan: Gölge Ajan’da, John Carney’nin filmi Can A Song Save Your Life? ve Lynn Shelton’ın filmi Laggies’de izlenebilir.
Tiyatrodaki ilk oyunu ise 2009’da Comedy Theatre’da oynadığı Molière komedisi The Misanthrope ile oldu. Bu rolüyle Olivier ödülüne aday gösterildi. 2011’de Comedy Theatre’a dönüp Lillian Hellman’ın The Children’s Hour adlı oyununda oynadı.

YAPIM EKİBİ

MORTEN TYLDUM (Yönetmen), yönetmenlik kariyerine Buddy adlı komedi filmiyle başladı. Bu çalışmasıyla Norveç Uluslararası Film Festivali, Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali ve Varşova Uluslararası Film Festivali’nde ödül kazandı. Ayrıca 2003’te en iyi film dalında Amanda Ödülü kazandı. Başarısına 2008’de de devam etti ve ikinci sinema filmi Fallen Angels’la Amanda Ödülü’ne aday gösterildi. Headhunters ise Norveç tarihinin en başarılı filmi ve İngiltere’de 2012’nin en çok hasılat elde eden yabancı filmi oldu. Gişe başarılarına ek olarak BAFTA tarafından en iyi uluslararası film dalında aday gösterildi. Ayrıca Empire ve Saturn ödülleri kazandı. Şu anda Warner Brothers için çektiği Ghostman’ı ve Universal için çektiği The Disciple Program’ı geliştirmekle meşgul. Morten ayrıca kendi şirketi olan Einar Film’le ödüllü uluslararası reklam filmleri çekti.

GRAHAM MOORE (Senarist ve başyapımcı), New York Times’ın en çok satanlar listesine aldığı, Sör Arthur Conan Doyle’un yaşamını anlattığı The Sherlockian adlı eserin yazarıdır. Kitap 16 ülkede yayınlandı ve 13 dile çevrildi. The Imitation Game’in senaryosu 2012’nin Kara Listesi’nde ilk sıraya yükseldi. Bundan sonraki projelerinden bazıları HBO için çekilecek bir dizi film. Dizinin yönetmeni Michael Mann. Ayrıca İngiliz SKY Atlantic için de yönetmen Marc Forster’la birlikte bir dizi projesi var. Warner Brothers ve Leonardo DiCaprio içinse The Devil in the White City adlı kitabın sinema uyarlamasını çekecek. Graham, Chicago’da doğdu. 2003’te Kolombiya Üniversitesi’nin Din Tarihi bölümünden mezun oldu. Bir süre New York’ta yaşadı. Şu anda ise zamanı New York ve Los Angeles arasında bölünmüş durumda.


TEDDY SCHWARZMAN (Yapımcı), New York’ta faaliyet gösteren yapım şirketi Black Bear Pictures’ın kurucusudur. 2011’de kurulan Black Bear; kendi türünde öne çıkan orijinal, katılımcı ve ticari filmler yapmayı hedefliyor. Schwarzman, The Imitation Game’in yanı sıra pek çok farklı türde film yaptı. Bunlardan bazıları Akademi Ödülü’ne aday gösterilen ve Altın Küre Ödülü kazanan, J.C. Chandor’ın yönettiği ve Robert Redford’ın başrolünü oynadığı Sona Doğru, Mark Wahlberg ve Russell Crowe’un başrolünü paylaştığı Bitik Şehir ve Sundance komedisi Boşanma Muamması. Schwarzman şu anda Kanadalı film dağıtım şirketi Elevation Pictures’ın yönetim kurulunda ve Duke Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin disiplin kurulunda görev yapıyor. Schwarzman, Pennsylvania Üniversitesi’nde İngilizce okudu. Eşi, çocuğu ve köpeğiyle birlikte New York’ta yaşıyor.

PETER HESLOP (Ortak Yapımcı), film sektörüne yaklaşık otuz yıl önce girdi. Barry Levinson’ın çektiği Genç Sherlock Holmes, Robert Zemeckis’in çektiği Masum Sanık Roger Rabbit, Kevin Reynolds’ın çektiği Robin Hood: Hırsızlar Prensi, Franco Zeffirelli’nin çektiği Jane Eyre ve Jean-Jacques Annaud’nun çektiği Tibet’te Yedi Yıl gibi filmlerde yönetmen asistanı olarak çalıştı. Daha sonra prodüksiyon yönetimine geçerek Ridley Scott’ın çektiği Gladyatör, Michael Apted’ın çektiği Enigma, George Lucas’ın çektiği Yıldız Savaşları (birinci ve ikinci bölümler), Jan De Bont’un çektiği Lara Croft Tomb Raider: Yaşamın Kaynağı ve Garth Jennings’in çektiği Otostopçunun Galaksi Rehberi gibi filmlerde çalıştı. Ayrıca Anton Corbijn’nin çektiği Kontrol, Michael Venville’in çektiği İhanetin Bedeli, Tom Hooper’ın çektiği Zoraki Kral ve Rowan Joffé’nin çektiği Uyuyana Kadar gibi filmlerde ortak yapımcı olarak görev yaptı.

ÓSCAR FAURA (Görüntü Yönetmeni), 1999’dan beri İspanyol film sektöründe görüntü yönetmenliği yapıyor. Christian Bale’in başrolünde olduğu Makinist, The Orphanage (Avrupa Film Ödülü adayı) ve Naomi Watts ile Evan McGregor’ın oynadığı The Impossible gibi filmlerde Antonio Banderas, Alejandro Amenábar, Alejandro González Iñárritu gibi yönetmenlerle çalıştı.


ALEXANDRE DESPLAT (Besteci) Altı kez Akademi Ödülü’ne aday gösterilen Alexandre Desplat, bugün dünyanın en aranılan film bestecilerinden biri. Wes Anderson, Stephen Daldry, Roman Polanski, George Clooney, David Yates, Chris Weitz, Terrence Malick, Tom Hooper, Stephen Frears, Nora Ephron, David Fincher, Ang Lee, Stephen Gaghan, Lasse Hallstrom ve Peter Webber gibi dünyanın en iyi filmcileriyle yaptığı yaratıcı iş birlikleriyle dikkat çekmiştir. Desplat Amerikalıların kulaklarını önce Birth and the Girl’le şenlendirdi. Altın Küre ödüllü sanatçı, o zamandan beri birçok inanılmaz filmde çalıştı. Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi (Oscar adayı), Syriana, Duvak, Kraliçe (Oscar adayı), Lust, Caution, Coco Chanel’den Önce, Julie ve Julia, Hayalet Yazar ve Zoraki Kral (Oscar adayı) gibi. Alacakaranlık ve iki Harry Potter filmine de katkıda bulundu. Desplat, Judi Dench’in başrolünü oynadığı Philomenia’daki çalışmasıyla altıncı kez Akademi Ödülü’ne aday gösterildi. Son çalışmalarından bazıları En İyi Film dalında Oscar kazanan, Ben Affleck’in yönettiği Argo, animasyon filmi Efsane Beşli, Oscar’a aday gösterilen Karanlık Operasyon ve 2012 Cannes Film Festivali’nde açılışı yapan, Wes Anderson’ın yönettiği ve Bruce Willis, Edward Norton ve Bill Murray’nin başrolünde olduğu Yükselen Ay Krallığı’dır. Desplat şu anda George Clooney’nin yönettiği Hazine Avcıları üzerinde çalışıyor. Filmin başrollerinde George Clooney, Matt Damon ve Cate Blanchett var. Üzerinde çalıştığı diğer filmlerse Wes Anderson’ın yeni filmi Büyük Budapeşte Oteli ve aksiyon filmi Godzilla. Annesi Yunan, babası Fransız olan Desplat, Hollywood film müziklerine ilgi duyarak Fransa’da büyüdü. 1980’lerde Fransız film sektörüne girdi. Şarkı sözlerine, zarif orkestrasyonlara ve tutarlı dramatizasyonlara meraklı olan Desplat, hızla yükselerek bütün zamanların en iyilerinden biri olarak kabul edildi. Desplat bu konuyu şöyle hatırlıyor: “Bana Yıldız Savaşları’nın plağını öneren bir arkadaşımla arabadaydım. Sene 78 olsa gerek. Bana bu plağı verdiğinde ona şöyle dediğimi hatırlıyorum: ‘Besteci ve orkestra şefi John Williams. Benim yapmak istediğim de bu.’ Ve şu anda bunu yapıyorum.”


Filmin mmknmrtb notu :: 4 / 5



2 yorum:

  1. Filmi büyük bir hayranlıkla izledim. Cumberbatch oyunculuğuna hayran kalırken, konu da beni aldı götürdü... Oscar favorilerimdendi aslında, ama olmadı :(

    YanıtlaSil
  2. En yakın zamanda izlemek istediğim bir film

    YanıtlaSil