5.3.15

Ömer Faruk Sorak: Her zaman risk almayı sevdim



Şüphesiz ki insan içinde sınırsız bir güçle doğuyor. Bu güç ona yılmadan usanmadan her sabah kendine ve başka insanlara merhaba demeyi, karşılıksız sevebilmeyi, başkalarına karşı zarif ve incelikli olmayı sağlıyor.
Küreselleşen, tek tipleşen ve modernleşen toplumlar, bireyler bazında bu gücü yavaş yavaş unutuyor.
Yeniden 'merhaba' diyebilmek için insan ister istemez bir şeye ihtiyaç duyuyor, bir şeye güçlü bir şekilde bağlanmaya ve inanmaya.

Türk sinemasının en başarılı yönetmenlerinden Ömer Faruk Sorak'ın yeni filmi 8 Saniye o gücü arayan bir kadının hikayesini anlatıyor.

Rüyalarının gerçekleşmeye başlaması ile çocukluğundan itibaren korkularla yaşayan Esra, ona rüyalarında yol gösterenin kim olduğunu bulmak zorundadır.

Hayatın ve zihninin çok acımasız davrandığı bu kadın, her sabah uyandığında kendine 'merhaba' diyebilmek için ihtiyaç duyduğu gücü yine kendinde buluyor. Ama önce 'affetmesi' gerekiyor.
Dahası affetmenin başlı başına zor olduğu bir dünyada, kahramanımız Esra'nın başına gelenlerin neredeyse tamamı gerçek yaşamdan alıntı. Filmin başrol oyuncusu ve senaristlerinden biri olan Esra İnal'ın yaşam öyküsü.

Ömer Faruk Sorak, bilhassa rüya sahnelerinde attığı imzası ile Türk ve dünya sinemasına değerli bir film hediye ediyor.
Ayrıca filmin Michael Haneke hayranları tarafından yakalanacak bir başka sürpizi de 'Beyaz Bant' filminin 'Eva' karakteri Leonie Benesch'in Esra'nın arkadaşı olarak karşımıza çıkması.

Yönetmen Ömer Faruk Sorak'la, 27 Şubat'ta gösterime giren 8 Saniye filmini konuştuk.

Bu hikayeyi 'anlatılır' kılan neydi sizin için?

Biz, eşim ve filmimizin ortak yapımcısı İpek'le bambaşka bir film senaryosu üzerinde çalışıyorduk. Günlük hayatında aşık olduğu adam tarafından çok fark edilmeyen bir kadının hayatıydı bu.
Bir gün rüyasında o adamı görüp de onunla rüyasında gerçek hayatında yapamayacağı türden yakın bir bağ kurması ve sonrasında gerçek hayatı yerine rüyalarını, yani rüyalarındaki yaşamı tercih etmeye başlamasını anlatacaktık.
Bu fikir üzerine Yılmaz Erdoğan'ın evinde bir arkadaş grubu toplandığımızda konuşurken konu bizim hikayeye geldi.
Arkadaşlardan biri bize eski bir arkadaşından bahsetti. Başından benzer bir hikaye geçmiş olan bu kadın filmimizin başrolü ve hikayesini anlattığımız Esra İnal.
Almanya'da Esra'yla bir araya geldik ve neredeyse bir gün süren bir görüşme oldu bu. Esra anlattıkça, biz başka bir hikayeye ihtiyacımız olmadığını anladık ve hatta başka bir oyuncuya da ihtiyacımız kalmadığını fark ettik.



Bu hikayenin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca?

Karakterleri kurmak ve geliştirmek adına müdahalelerimiz oldu elbette ancak bunun bir sebebi de Esra'nın hayatından geçmiş insanları korumak onların mahremine girmemek, rahatsız etmemekti elbette.
Ancak yüzde 65'i gerçek yaşam bu filmin. Gerisi de o gerçekliği izlenebilir kılmak adına yaptığımız bazı dokunuşlardı.

Film, hayatın şiddetli yanlarına karşı mücadele eden bir kadının öyküsünü anlatıyor, Türkiye'nin hassas olduğu bir dönem bu konuda, zamanlaması filmi olumlu ya da olumsuz etkileyecek midir?

Ekseninde bir kadının olduğu, bir kendini bulma hikayesi bu. Ama şöyle bir durum var, biz bu filmi 27 Şubat değil de bundan iki yıl önce yapmış olsaydık, aynı hassasiyet o zaman da vardı.
On yıl önce de, beş yıl önce de Özgecan Aslan'ın öldürülmesi gibi birçok olay yaşandı ve maalesef ki öyle bir döneme denk gelecekti.
Biz hâlâ ne yaparız da bu gerçeği ortadan kaldırırız sorusuna yanıt bulamadığımız, bulamadığımız için de acısını bu kadar yoğun yaşadığımız bir zamandayız.
Esra, kendinin birilerine emanet edilmesi duygusundan son derece rahatsız olan bir karakter, kendini sadece kendine emanet ediyor. Kadınların da erkeklerin de belki önce bunu anlaması gerekiyor, filmimiz belki bu anlamda bir bilinç oluşturabilir.

Hep farklı bir şeyler koyuyorsunuz filmlerinize, Türk sinemasında alışık olmadığımız farklılıklar. Bu filmde de birçok örneği var. Ticari beklentisi olan bir işte 'fazla' risk almış olmuyor musunuz?

Ben kameramanlık yaptığım zamandan bu yana kullandığım kamera tekniklerinden, bugün yönetmenlik yaptığım zamana dek her zaman risk almayı sevdim.
Arkadaşlarımın acaba diyerek yaklaştığı, kaçındığı konularda, hata yapmak pahasına risk aldım. Ama sonunda ortaya iyi bir iş çıktığında da arkadaşlarımın bu konularda eski endişelerinin, tedirginliklerinin kalmadığını gördüm.
Bence her işi son işinizmiş gibi görmeniz lazım. Çünkü her iş son işiniz olabilir. Sahip olduğunuz bütün yetenek, bilgi ve performansı ortaya koymalısınız.



Türk sinemasının karakteristik özellikleri var mı sizce?

Maalesef şekillenemedi. Dönemsel başarılar oldu. Aslında Türk futbolu neyse Türk sineması da biraz onun gibi. Her ikisi de münferit başarılar üzerinden ölçüldü.
Futbol üzerinden alınan ödüller bize Türk futbolu bir yere gidiyor duygusu yaşatmıştı, sinemada da yurtdışında kazanılan ödüller sinema büyüyor izlenimi uyandırıyor. Ama Türk filmleri dünya pazarında dolaşmadığı sürece gerçek anlamda bir karakteristiği de olamayacak maalesef.

Eleştirmenlerin genel tavrını nasıl buluyorsunuz?

Eleştirmenlerin elbette içlerinde ne söyleyeceğini dinlemek gerekenler var. Ancak 'gitmeyin' 'görmeyin' diyen insanların ben eleştirmen olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ortaya somut bir şey koymuyor.
Diyelim ki bir sinema filmi söz konusu eleştirmenlerin bu konuda izleyiciyle bir hava durumu sunucusu mesafesinde durması gerektiğini düşünüyorum. Hava nasıl bize onu anlatmasını bekleriz, yağmurlu mu, güneşli mi, rüzgar var mı, şiddeti nedir, neyi bilmemiz gerekir. Ama bize sokağa çıkıp çıkmayacağımızı söyleyemez zira kimi insan kar sever, kimi insan güneş, kimi de yağmur.







 Bedia Ceylan Güzelce