21.11.07

Kantocu


Tiyatro anlayışlarını beğendiğim birkaç sanatçının -ayda yılda bir bizzat bilet alarak seyreylediğim- eserleri dışında, tiyatroyla ilişkimin öyle çok sıcak olduğunu söyleyemem..

Başkası yapmış mıdır bilemiyorum ama belki de şu anda ilk kez benim yaptığım benzetmeyle "Çağın tiyatrosu sinema"ya olan düşkünlüğüm, kısır tiyatro etkinliğimle kıyas bile edilemez.. Bunun en önemli sebeplerinden biri sinemanın pratikliği olsa gerek..

Göz koyduğunuz bir filmi haftanın herhangi bir günü, herhangi bir saatinde şehrin herhangi bir yerinde izleyebilirsiniz.. Olmadı, bir süre sonra evinize bile gelecektir o film..

Tuhaflık benden de kaynaklanıyor olabilir, fakat bir piyesi izlemek için yanımda biri olmadan "asla" tek başıma tiyatroya gidemem..
Oysa sinema öyle mi? Ben çoğu filmi hep tek başıma izlerim.. Hatta bir filme kendimi verebilmem için bu şart gibidir de..

Elbette sinemanın, gelişen teknolojiden alabildiğine yararlanma imkanı bulunması, ayrıca o andaki performansa bağımlı olmayan "canlı" olmama "lüks"ü, ona bariz üstünlük sağlayan unsurlardır..

Bütün bu sinemanın avantajlarını sıralarken, tiyatronun en önemli üstünlüğünü zikretmeden de geçmeyelim..
Sahneden kanlı-canlı bize seslenen, bizimle aynı havayı soluyan, en küçük mimiklerini, nefes alışlarını dahi en yakından izlediğimiz sanatçılardır tiyatroya bu üstünlüğü sağlayan..

Tiyatroya bir gidiş şeklim de "emrivaki" denebilecek, bir dost tarafından tatbik edilen, "Bilet alındı, tiyatroya gidilecek." usulüdür..
İşte dün bu usulle Şehir Tiyatrosu'nun yolunu tuttuk ve Haldun Dormen imzalı bir oyun olan Kantocu'yu gördük..

Haldun Dormen, az önce yukarıda bahsettiğim tiyatro anlayışlarını paylaştığım sanatçılar arasında değildir maalesef..
O "vodvil" denilen, hangi kadının hangi yatağın altından ya da hangi adamın hangi gardıroptan çıkacağı belli olmayan, bir hengame, bir koşuşturmacıdır sürüp giden piyeslerden oldum olası hoşlanamadım..

Belki kendi oynamadığı için olacak bu öyle bir oyun değil..
1923 yılında, saltanatın son günleri ve cumhuriyetin ilanından sonraki bir kaç ay içinde geçen, "hey gidi tiyatromuz" içerikli bir müzikal bu..

Cahilliğime verin, daha önce adını hiç duymadığım bu oyunu adı hasebiyle, içinde karagöz, ortaoyunu ve elbette kantonun icra edileceği eğlenceli bir temsil olarak algıladım..
Daha yeni idrak ettiğimiz Ramazan ayını da düşününce bu algılama özüme gayet de makul gelmişti..
Zaten aynı salonda -geçen yıl olsa gerek- tam da böyle bir "kumpanya" bazlı bir piyes izlemiş, pek gülüp eğlenmiştik..
Olsun.. Bu oyun da, o kadar değilse bile, bize yine de meşhur Direklerarası eğlencelerinden pasajlar sunmayı bildi..

Tam önümüzde konuşlanmış altı kişilik orkestra ve sahnedeki rengarenk kıyafetlerle raks eden sanatçılara bakıp da eğlenmediğini söyleyen yalan söyler..

"Kantocu" bildiğiniz üzere; Osmanlı devrinde, daha çok Ramazan gecelerinde sahneye çıkarak şarkı söyleyip dans eden kadınlara verilen bir addır..
Bir Müslüman kadının sahneye çıkıp, göz süzerek gerdan kırması, bir yandan da kalça kıvırması "yassah" olduğundan, bu işler mecburen hep Gayrimüslim kadınlara kalmıştı..

Cumhuriyetin ilanından sonra -Mustafa Kemal'in de istekleri doğrultusunda- artık Müslüman kadınlar da sahneye çıkmaya başlar..
Bu arada kantonun modası geçmiş, aslında eski kumpanyalar içinde de çoktan başlamış olan "modern" dramalar ön plana çıkmıştır..

Oyunumuz, sanat hayatına Bursa'da başlayan Verjin adlı hanım kızın, İstanbullu “tiyatora” sahibi Komik-i Şehir Kenan Efendi tarafından keşfedilmesiyle başlar..
İstanbul'u dahi güzelliği ve kantolarıyla kasıp kavuran Verjin, burada, kendini Ankaralı bir "zahireci" olarak tanıtan Cemil Bey ile tanışır..
Bu bir "yıldırım aşk"tır.. Gençler hemen birbirleriyle kaynaşırlarsa da, Cemil Bey’in şüpheli hallerinden kuşku duymamak mümkün değildir..

Neyse işte, merak buyurmanıza bir mahal yoktur ve oyunumuz mutlu bir şekilde nihayete erer..
Bu arada söylemeden duramayacağım; esas kızımız ne bir Ermeni'dir ne de adı Verjindir..
Esas oğlanın işi de ne zahireciliktir, ne de iddia edildiği üzere bi ara ölmüşlüğü vardır..
Yani sayın Dormen, bu arada ne yapıp edip, vodvilciliğini bir nebze de olsa yine konuşturmuştur..

Bu -hele Mustafa Kemal adının geçtiği her an- fazlasıyla "didaktik" bir metne sahip oyunu tam anlamıyla beğenebilmek için insanın sanırım kayıtsız-şartsız bir Haldun Dormen hayranı olabilmesi gerekir..

Elbette başta tiyatrocular olmak üzere her Türk evladı Mustafa Kemal Atatürk'e çok ama çok şey borçludur..
Ancak bu yöndeki mesajları vermek için oyunu böylesine zorlamanın, sanatçılara nutuk attırmanın da bi gereği yoktur..
Şimdilerde adına ne deniyor bilmiyorum ama bizim zamanımızda -tiyatro benzeri- ilkokul müsamereleri yapılırdı.. İşte bu oyunu izlerken bi ara o yıllara gittim de geldim..

Aynı mesajları sahne üzerinde hatta daha da etkili vermenin başka bir yolu muhakkak bulunabilirdi.. Yalnız bunun için kafa denen nahiyeyi biraz daha zorlamak gerekmekte..

Bir ukalalık daha: O dönemi yansıtmayan "yeni" Türkçe kelimeler yerine -elbette anlaşılacak düzeyde- biraz daha eski bir dil kullanılsaydı daha uygun olacaktı kanısındayım..

Ben yine de, oyunun "sahne içinde sahne" düzenini, "çığırtkan" rolündeki Mert Turak ve diğer bazı oyunculukları pek beğendim..
Ve "üflemeli" enstrümanını neredeyse kucağıma oturarak çalacak kadar yakınımdaki “hoş” bayan sanatçımızın da gayretini yadsımadan, başarıyla icra edilen müziğin de katkısıyla, oyundan -kendi payıma- oldukça keyif alarak ayrıldım..