21.11.07

Tozlu Çizmeler


Şu sıralar 'hafiften' tiyatroya meyletmiş durumdayım..
Kapatılmaya bahane aranan İBB. Şehir Tiyatroları'na -ailecek- bu dadanışın sebeb-i hikmeti, öncelikle, yarı sinema bileti düzeyindeki fiyat şartları olsa gerek..
Bir de, özel tiyatroların pek itibar etmeyeceği ticari yönü zayıf oyunları, sadece buralarda görebilme imkanı..
Tamam tamam, asıl sebep birincisi..

Ben bu konularda epeyce cahilimdir; arada sırada adını duyduğum halde İsmet Küntay'ı pek tanımazdım..
Meğer Türk tiyatrosu için mühim bir isimmiş kendisi..

Bu konuda hiç bir eğitim görmemesine karşın piyesler yazmış ve altmışlı yılların sonundan itibaren de bu oyunları sahnelenmiş.. Tozlu Çizmeler de bunlardan biri..

1. Dünya Savaşı bitmiş, Osmanlı İmparatorluğu yenilmiş, vatan toprakları, düvel-i muazzama tarafından paylaşılmaktadır..

Bu arada Mustafa Kemal de, Anadolu'nun kalbinde büyük direnişi örgütlemekle meşguldür..

Piyes, bu dönemin işgal altındaki İstanbul'unda geçmektedir..
Yenik ve yorgun Osmanlı askerlerinden Üsteğmen Rıfkı, annesiyle yaşadığı evine dönmüştür..

Birinci perdede olaylar, bu ev ve komşu evlerin baktığı, kenarlarında çamaşırlar asılı bir bahçede yaşanır ya da anlatılır..

İlk önce, cepheden -çökmüş moralle- dönmüş, tozlu çizmelerini ve atının eyerini bir köşeye bırakmış Rıfkı Bey'le tanışırız..
(Hemen eklemezsem büyük eksiklik olur; Rıfkı rolünü Avrupa Yakası dizisinin Cem'i Levent Üzümcü oynamaktadır. Belki oyuna onun için gelinmemiştir; ancak -ben dahil- seyircinin tümü onu sahne üzerinde görmek için yanıp tutuşmaktadır.. Çok ciddiyim.)

Yeni döndüğü evinde boş boş oturmaktan çok sıkılmış Rıfkı'dan sonra sahneye -aynen Karagöz Oyunu'nunda olduğu gibi- tiplemelerden ibaret şahıslar gelir.
(Sakın yanlış anlaşılmasın, Karagöz'ü, küçük görme anlamında kullanmadım.)

Asker kocasını savaşta kaybetmiş olmasına rağmen, cepheden yeni dönmüş subay oğlunun yeniden vatan müdafaasına katılmasına engel olmayan bir anne..

Rıfkı'nın nişanlısı olduğunu sandığımız "okumuş" Türk kızına güzel bir örnek, Safiye..
(Safiye'nin, sürekli ağbi dediği ve uzak durduğu Rıfkı'ya kısa bir süre sonra -nedeni hususunda hiç bir fikrim yok- yakınlaşıp, sarıldığını görürüz ve bilinçli bir seyirci olarak da, gençlerin nişanlı olduklarına karar veririz.)

Daha sonra sahneye, vatanı satmaya değilse de, para edecek arsalarını ecnebilere satmaya teşne, yerli işbirlikçi bir beyefendi gelir..

Direnişe katılmak için Ankara'ya gitmeye çalışan vatansever bir subay, bir çavuş ve organizasyonu sağlayan bir "ittihatçı" aydın; Anadolu'ya silah kaçıran halktan birkaç insan ve meyhaneci Stavro efendi de arz-ı endam ederler..
(Stavro önemli.. Kendisi adı üstünde bir Rum, ama vatansever bir Rum.. Tamam anladım da, neden adamcağızı diniyle alay eder bir konuma sokuyor, neden hayattan tek beklentisi rakı ve fasulye pilaki olan bir maymuna çeviriyoruz?. Rum olduğu için mi?. İşte bunu anlayamadım.)

Ayrıca, İstanbul'daki işgal güçlerinin temsilcisi Yüzbaşı Scott ve adamları da "ideal düşman" tipleri olarak sahnedeki yerlerini alırlar..

1. Dünya Savaşı yenilgisinin ve İstanbul’un işgalinin etkilerine, dönemin padişahı ya da Mustafa Kemal gibi üst düzey figürlerin açısından değil de -nispeten- "sıradan halk" açısından bakması, piyesin genel olarak en övgüye değer tarafıydı..

Öte yandan, mütareke sonucu silah bırakıp evine dönmüş bir Osmanlı subayına, sivillerin takındığı genel tavrı eleştiren küçük bir bölümü de, bu oyunun en güncel ve anlamlı yeri olarak tespit ettiğimi ekleyeyim..
Öz annesi de dahil herkes, şehit olmadan, sapasağlam evine dönmüş üsteğmene bir günahkar gibi yaklaşmıştır..
Annenin gözünde bu oğulun yeri, şehit düşmüş kocanın manevi prestiji yanında bir hiçtir..

Rıfkı, kendisine layık görülen bu davranışları içini dökercesine anlatırken, bendenizin aklına hemen, PKK'ya esir düştükten sonra serbest bırakılan askerlerimize gösterdiğimiz tepkiler geldi..

Oyunun bu dikkatimi çeken ayrıntıları hoşuma gitti gitmesine fakat, bütüne baktığımda hiç de olumlu şeyler söyleyebilecek durumda değilim..
Tamam bu husustaki cahilliğimi kabul ediyorum.. Ancak gören bir gözüm var, işiten kulağım ve -çok şükür- düşünüp irdeleyebilen de bir beynim..
Yalnız ortada -maalesef- bir "tiyatro" yok!.

Tiyatro denen şey sanırım bir teknik yapı üzerine inşa edilmeli; sonra -ne bileyim- sahnede olup biten şeylerin birbiriyle irtibatını kesmeden akıp gitmesini sağlayacak bir ilişkiler ağı oluşturulmalı falan, diye düşünüyorum..
Oysa izlediğim şey, eksiklikleri hamasetle örtülmeye çalışılmış, hiç bir yönüyle tatmin etmeyen, tek boyutlu bir "müsamere"den ibaretti..

Yine de oyundaki bu zafiyeti, salt yazarına yüklemek de yanlış olabilir..
Bunu bir de sahneye koyanlar var..
Onlardan da kaynaklanabilir diyeceğim ama -oyunun broşürünü okuduğumuzda- aksine bir iddia söz konusu: Yönetmen Engin Uludağ'ın, oyun üzerinde kısaltmalar, düzeltmeler yapıp, bazı eksikleri giderdiğini de buradan öğreniyoruz..

Neyse, “ukalalıklarıma” bir son verip, o gün vuku bulan, şu heyecansız oyuna bir nebze renk katan, salondaki "sıcak" hadiseye geçeyim..
İlk perde kapandığında biz seyirciler alkışlamaya başlamıştık ki salonun köşesinde ayağa kalkmış birinin, sinirli bağırışlarını duyduk..
İlk anda, "Bu da oyunun bi atraksiyonudur herhalde." diye düşünürken, şahsın bir seyirci olduğu anlaşıldı..

Üsteğmen Rıfkı'nın perde kapanmadan önce, İngiliz askerlerince tutuklanmasından, bu "tosuncuk" meğer pek etkilenmiş..
O, bu ahval ve şeraitte alkış tutmanın yanlışlığını seyirciye haykırırken; seyirci de, alkışlama muhatabının olay değil, oyuncuların performansı olduğunu, delikanlıya –umarsızca- anlatmaya çalışıyordu..

Ve sakinleşmeye niyeti olmayan oğlan, "şuursuz güruh"a: "Neden olursa olsun alkışlayamazsınız!. O kadar!." ültimatomunu da vererek, hışımla salondan ayrılır..