20.11.07

Yok Everest’in Kesik Ucu!


(Çıkan kısmın özeti: Dost ve akrabaları tarafından “optimist” olarak nitelenen yazar, başlığında “optimist” kelimesini gördüğü İstanbul Bienali’ne katılmayı zorunluluk addeder ve kendini -korkusuzca- sanat ortamlarına bırakır.. Girişin ücretli olması yazarımızın önünde önemli bir engeldir.. Ama o bu konuda, yine de elinden geleni yapmıştır.)

Bilet standındaki tarifeyi iyice incelememe rağmen herhangi bir indirime giremediğimi üzüntüyle fark ettim..
Ve naçar kalıp, 10 Ytl'yi bayıldım..

Biletle birlikte elime tutuşturulan bir kitapçıkla -ve de gururla- o bıcırık kızın önüne dikildim..
Tam bu hisli anımda, daha önce sözünü ettiğim, köşedeki o "gecekondu"nun önünde konuşlanmış -bu bıcırığın tem tersi- iri yarıca bir hanım rehberin, yanındaki orta yaşlı bir beye yönelik tiradıyla sarsıldım..
İri bayanın, bütün bu "iş"ler hakkında ezberlediği ve kim bilir kaçıncı kez tekrarladığı açıklamaları, sanki şimdi ilk kez yapıyormuş gibi heyecanla ve zevkle icra ediyor olmasına hayranlık duyarak, bu ikiliye yaklaşmaya karar verdim..
Biletime basılmış gördüğüm, kocaman ve kırmızı "REHBER" damgasının işaret ettiği kişi bu hanım olmalıydı..

Suratımda mütebessim bir ifade yanlarına giderek; "Ben de sizle dolaşabilir miyim?" deme cesaretini gösterdim..
Müstakbel rehberim şöyle bir yüzüme baktı..
Nedense- umutsuz bir ifadeyle; "Rehberli tur biletiniz var mı?." dedi..
Hemen, biletimi ve üzerindeki "REHBER" damgasını gösterdim..

Kızgınlıkla küçümseme karışımı bir suratla; "O rehber ben değilim, elinizdeki o sarı kitapçık." dedi ve anında, yanındaki "sessiz" adama dönerek -bi ara benim yüzümden- "pause" yapıp kalmış olduğu yerden anlatmaya devam etti..

Doğrusu bozulmuştum ama yine de işi yüzsüzlüğe vurarak ve "haşmetli" rehberin her yeri çınlatan sesini de ima ederek; "Olsun, ben size uzaktan da olsa takılırım. Merak etmeyin." dedim..
Onları, kafalarını iki yana sallar vaziyette bırakıp bir üst kata çıktım..

Sayın küratör belli ki seçtiği sergi mekanıyla, sergilenen yapıtlar arasında -mümkün olduğu kadar- bir paralellik oluşturmak istemiş..
Farklı denebilecek bir kaç "iş" dışında AKM’de sergilenenlerin; bulundukları çevreyle birlikte "anıtsal" mimari yapılar ve "küresel" kentleşme üzerine olduğunu söyleyebilirim..
Bu yapılarla ilgili "iş"lerin çoğunun kamu kurumlarını kapsaması ve bunların, özellikle şu sıralar pek göze batan, "yıkılsa ne güzel olur" anlayışıyla kuşatılmış "Atatürk Kültür Merkezi"nde sergilenmesi ise, pek manidar geldi bana..

Mimarlığın nispeten "soğuk" varlığı -doğal olarak- yapıtlarla arama belli bir mesafe koysa da bazı sanatçıların bu engeli aşan "iş"leri de yok değildi..
Yine de önünde durduğunuzda, bana -büyük ihtimalle size de- hiçbir şey anlatamayan 'sıradan' genel ya da detay bina fotografları ve video görüntüleri çoğunluktaydı..
Burada onlardan bahsetmek ise, hiç içimden gelmiyor doğrusu..

Çinli Xu Zhen'in bu katta -diğer işlere nazaran- bir hayli yer kaplayan çalışması ise bana göre bu mekandaki en çarpıcı ve eğlendirici olanıydı..

Bu Çinli dostumuz ve üç arkadaşı, meğer 2005 yılının Ağustos ayında 8848 metrelik Everest'in zirvesine tırmanıp, bu zirvenin en üstten 1.86 metrelik kısmını -bir güzel- kesmişlermiş..
Bu "sen ya hesap bilmiyorsun ya da hiç dayak yemedin" adamları, peynir gibi kestikleri dağ parçasını -üstelik- dağdan aşağıya da indirmemişler mi!?

Evet.. İndirmişler..
Hatta AKM’ye kadar taşıyıp, daha karları üzerindeyken cam bir vitrinde de sergilemişler..
Bir yandan da bütün bu akıl almaz işlemleri videoyla görüntülemişler..
Dağ kesmede kullandıkları araçlar başta olmak üzere, elemanların -o tarihi andaki- giysilerine kadar her türlü araç ve gereçleri de aynı yerde sergilemişler..

Everest'in kesik ucunu karşımda gördüğümde duyduğum tarifi namümkün, keyifli heyecanı anlatamam..
Adamlar, tam da çocukluğumun (Yine çocukluğuma döndüm.. Var bu bienalde bi şey.) en fantastik hayalini gerçekleştirmişler(!) daha n'olsun..
Keyfimin yerine geldiği o dakikalarda, sesini uzaktan zaman zaman işittiğim "Rehberiye" hanımı karşımda bulmayayım mı..
Anlatılanlara hiç tepki vermeyen, hatta yaşama belirtisi göstermeye bile üşenen yanındaki adama, gittikçe heyecanı azalmış bir ses tonuyla bu "Çin işi"ni mırıldanıyordu..

"Şu gerçekten Everest'in ucu mu?"

Kendisine bir süredir gıcık olduğumu gizleyen çocukça bir heyecanla yönelttiğim bu soru karşısında "iri" kızcağız kendine gelir gibi oldu..
Adamı bırakıp, yüzünde koca bi gülümseme, bana laf yetiştirmeye çalışıyordu..
Kısa bir süre sonra da, sanırım rehberlik parasını toslamadığımı hatırlamış olmalı ki -umutsuzca- tekrar “sus gelmiş” kavalyesine doğru döndü..


(Gelecek yazı: Hayırlısıyla AKM’yi bitiriyoruz.. Yalnız dikkat!. Yıkmıyoruz)