22.4.08

Festivalin Ardından



Bir İstanbul Film Festivali daha göz açıp kapayıncaya kadar geride kaldı sayın seyirciler..
(O değil de, "ne fazla önden ne de fazla arkadan olsun" formülüyle istediğim altı biletin hepsini "yedinci sıranın on üçüncü koltuğu" olarak belirlemiş bilet satış elemanına ya da saygıdeğer bilgisayara, hayretlerimle karışık şükranlarımı sunmak isterim.)

Festival boyunca izlediğim altı adet filmin hepsi de -beklediğim gibi- 'şahane' çıktı.. Bu durum ilk defa başıma gelmekte..
Bunun sebebi –ki bilemiyorum, bu yıl ya iyi (garantili de diyebiliriz.) bir seçim yapmışım ya da bu yılki programda -genel olarak- bir kalite artışı söz konusu..

Gidip de görmek, görüp de beğenmek, beğenip de -kısa kısa da olsa- yazmamak olur mu?.
Buyrunuz..


If.... / Eğer....


1969 Cannes'ından Altın Palmiye ödüllü, bu Lindsay Anderson filmi, festivalin '68 ve Mirası' bölümünden izlediğim ilk yapıt.. Ki son film (The Fall) hariç, diğer izlediklerim de bu bölümden..


Özellikle Malcolm McDowell'ın döktürdüğü, bu renkten renge giren filmin başlamasıyla, askeri okul disiplininin yanında halt ettiği -yatılı- bir İngiliz kolejine, yeni ders yılıyla birlikte konuk oluruz..

Okulu, çeşitli karakterleriyle eski ve yeni öğrencileri; disiplinleri, zaafları ve zulümleriyle öğretmenleri tanırız..


Sonra bi ara 'asi' öğrencilerle birlikte sokağa çıkar, özgürce dolaşır ve tekrar okula döneriz.. 

Daha sonra da, öğrenciler üzerindeki 'olağan' baskılara gösterilen olağan tepkiler, sonuçta -tuhaf bi şekilde- silahlı bir isyana doğru evrilir..
Evrilir elbet!. Boru mu.. Altmış sekizlilerin ayak/silah sesleridir bu göğe doğru yükselen!.


Zabriskie Point / Zabriskie Noktası


Michelangelo Antonioni'nin, -meşhur- Blow-up / Cinayeti Gördüm'ın ardından Amerika'da çektiği 1970 yılı yapımı bu filmini, berbat derecede yıpranmış bir kopyasıyla gördüm; ki "Cinayeti Gördüm" esprisi bu duruma pek yakışırdı doğrusu..


'Ha koptu, ha kopacak' görüntülü filmin -haliyle- sesi de çok kötüydü.. 

Filmin müziğini, aralarında Grateful Dead ve Pink Floyd'un da bulunduğu efsane toplulukların yaptığını düşünürseniz, bu şikayetimde haksız sayılmam sanırım..
Ses demişken, Rexx sinemasında gördüğüm bütün bu filmleri, volüm düğmesinin son kertesinde -resmen beynim iğfal edilerek- izlediğimi belirtmeden geçmeyeyim.. 

Ancak itiraf edeyim ki, bu filmin finalinde 'patlayan' muhteşem görüntülere eşlik eden 'şahane' Pink Floyd müziğiyle gerçekleşen aynı 'sessel' tecavüzden ise, doyumsuz bir zevk aldım..

Amerikan üniversite gençliğinin, 'komünist devrimi' gerçekleştirmeye az kaldığı bir zamanda, bir üniversitede yapılan 'forum' sahnesiyle filmimiz başlar..
Gördük ki, Amerika'da yaşanan bu dönem, her yönüyle, 12 Eylül 1980 öncesine kadar Türkiye'de yaşananlarla hemen hemen aynıdır.. 

'Devrimci Gençlik' -tüm ciddiyetiyle- ülkelerinde sosyalizmi kurmaya hazırdır.. 
Türkiye'de neyse de, bunların aynen A.B.D.'de yaşandığına şahit olmak, bugünün A.B.D'sine bakınca ne kadar da ütopik hatta absürt geliyor insana..

Ne bizim gençlik, ne de onların gençliği bu rüyayı gerçekleştirebildi.. 

Ortak kaderleri -son tahlilde- kapitalizmin acımasız balyozuyla ezilmek oldu..
Gençlerden bazıları da -filmin kahramanı Mark gibi- kendi devrimini yapmaya heveslendi; tüketim toplumunun 'meta' aşkından kaçarak kendini çöllere attı; kurallara başkaldırarak doğaya, ‘insani’ aşka dönmeyi seçti..


Çöle de kaçsan ne fayda, bir kez, kuşatılmışsın kardeşim.. Senin de sonun, kentte bıraktığın arkadaşlarından farklı olmayacak ki..
Fakat üzülme, fitilini ateşlediğin devrim -en azından- zihinlerde yer edecek ve istendiği zaman, istendiği şiddette ortak düşmanın tam kalbinde patlatılacaktır!.



Easy Rider


Dennis Hopper'ın hem oynayıp hem de yönettiği, 1969'da Cannes'da, 'En İyi İlk Film' ödülü almış bu yapıt, Los Angeles'dan yola çıkan iki motosikletli gencin ülkenin doğusuna doğru yaptıkları uzun yolculuğu anlatır..


Bundan önce izlediğim Zabriskie Point'in aksine Easy Rider'ı tertemiz bir kopyasından (Şahane müziğini de zikredeyim.) seyreyledim..

Bu yıl, gösterime -ilk ve tek- gecikmemi bu filmle yaşadım.. 

Film başlayalı beş dakika geçmiş olmalıydı, bir hışımla Rexx'e daldım.. Gösterim başladığında kapıların kapatılacağını bildiğimden, doğrusu içeriye girebilme umudum pek yoktu.. Salona üst kat girişi kapalı olduğundan, sinema elemanları -sağ olsunlar- beni alt kattaki çıkış kapısından içeri aldılar.. 
Eleman, mabadıma -yüzsüzlük yaparcasına- güzel bir yer aradığımı görünce, hemen ön tarafta boş bi yere geçip oturmamı söylediyse de ben -kendimden hiç beklemediğim bir pişkinlikle- yedinci sıradaki boş gördüğüm 'tahmini' yerime oturdum ve kaçırsaydım çok üzüleceğim filmi izlemeye koyuldum..
Bu arada da, geç kaldıkları için son anda salona dalıp da dikkatimi dağıtanlara, bugüne değin -içimden- ettiğim sayısız küfürleri, bir bir geri alıyordum..

Dennis Hopper ve Peter Fonda'dan oluşan iki arkadaş, motorlarına özgürlüğe doğru gaz verirken, yolları, köyleri, kentleri aşarlar; mola verdikleri farklı yerlerde yaşadıklarıyla bize o zamanki -belki de bugünkü- Amerika'yı ve halkını tanıtırlar.. 

Aslında onlar da ülkelerini bu yolculukla tanımaya başlamışlardır.. 
Ve finalde de, yabancıya / farklıya karşı yönelen bağnazlık ve şiddetle, yani -bir bakıma- Amerika'yla tanışırlar..

Filmde benim için en büyük sürpriz, gencecik Jack Nicholson'la karşılaşmak oldu.. 
Onun -kısa süreli de olsa- katılımıyla film, adeta parlamaya, coşmaya başladı.. Bir büyük oyuncunun kısacık bir rolde bir filme neler katabileceğine -belki de bu denli ilk kez- tanık oluyordum..