24.7.08

Margot at The Wedding / Kız Kardeşim Evleniyor


Kendisi inkar etse de otobiyografik olduğundan şüphe duyulan romanlarıyla oldukça tanınmış bir kadın yazardır Margot (Nicole Kidman).

Ergenliğin sınırlarına yeni girmiş oğluyla birlikte, bir zamanlar çocukluğunun geçtiği, çıktığı ağaçlarından in(e)mediği, şimdilerde kız kardeşinin oturduğu köy evine doğru trenle yol almaktadırlar..

Kendisini çevresine, 'ne sanat olsa yaparım abi’ adamı olarak tanıtan/gören işsiz bir adamla (Jack Black) birlikte yaşayan ve şimdi de onunla evlenmek üzere olan 'öğretmen' kız kardeş (Jennifer Jason Leigh), araları hiçbir zaman iyi olamayan Margot'yu düğününe davet etmiştir..

Margot, oğlu, kız kardeşi, onun kızı ve müstakbel kocası ve de çevreden gelerek -arada bir- bunlara katılan dostlar, eski kocalar, sevgililerle falan, bu eski eve biz de misafir oluruz..
Bu arada, her göründükleri sahnede filmin türünü bir anda korku-gerilime çeviren, acayip komşuları nasıl unuturuz..

Filmin hemen başlarında Margot’nun oğlu, annesinin yanından kalkıp trenin büfesinden bi şeyler almaya gider.. 

Çocuk yerine tekrar oturduğunda ise, yanındakinin başka bir kadın olduğunun farkına varır.. 
Yanlış yere oturmuştur.. Hemen kalkar, annesinin yanına gider ve ona durumu anlatır.. 





Bu olay, Margot'nun ilgisini çekmiş, onu neşelendirmiştir.. Gülerek, hemen koltuğun üzerinden o kadına bakmaya çalışır..

Bir anlığına adeta çocuklaşan bu aynı kadın, daha sonra, filmin ilerleyen sürecinde görürüz ki zehirli akrep iğnesi gibi kullandığı diliyle dostlarını da, düşmanlarını da -adeta- zehirlemektedir..


Her anne gibi öpüp kokladığı oğluna, bir süre sonra, küçük görerek saldırdığını, tutarsız ve mesnetsiz tepkilerle bunalttığını da görürüz..

Öte yandan, gayet sakin tabiatlı görünen bu oğlan, durup dururken bi ara, trenin iki vagonunun birleştiği en gürültülü kısma gider ve orada avazı çıktığı kadar tepinip, bağırmaya başlar..


Bu ‘alışılmadık’ filmin
, böylesi tuhaf sahneleriyle kafası karışan ‘bazı’ seyirci, bi ara “n’oluyoruz ula?!” vaziyetine düçar olur ki onlardan biri de bendim..




İnsani zaafları, çelişkileri -yani hayatın gerçeklerini- çok tabii bir zeminde sergileyen filmden, bunlara benzer daha pek çok örnek sayılabilir..
Bunların yanısıra, hepimizin her zaman yaptığı gibi çok tabii olan, hatta bu yüzden de bir filmde yer alması pek hoş görülemeyen, olduğunda -herhalde- yeniden çekilerek düzeltilen: Yanlış yerde sarf edilen sözcükler, dil sürçmeleri, dalgınlıkla yapılan yanlış hareketler, davranışlar falan, bu filmin gayet 'insani' yapısının doğallığına pek de güzel yakışıyor.. Hatta bütün bunların birer perçin gibi, yapıtı daha da sağlamlaştırdığı görülüyor..

Tanıttığı küçük-büyük, istisnasız her kişinin açık ya da gizli en az bir adet psikolojik sorundan mustarip olduğunu bize gösteren bir bakış açısıyla film -sanırım neşe vaat eden adından dolayı- beni hazırlıksız yakaladığı için olmalı ki başlarda oldukça abartılı geldi ve içimi sıkmaya başladı..


Giderek filmin bütün kahramanları tüm doğallığı ve çıplaklığıyla arzı endam eyledikçe bu iç sıkıntısı üzerimden kalktı, ‘tarifsiz’ bir ferahlık vuku buldu..





Aileye ya da dostlara bizden oldukça farklı bakan bir kültürü (Kesinlikle bizimkinden daha doğru ve doğal, ancak ister istemez yıkıcı bir bakış açısı bu.) göz önüne de alarak olan bitene baktığımda kendimize tutulan bir ayna idi gördüğüm.. 

Makyaj veya maskelerden sıyrılmış, ancak tüm kiri ve pisliğiyle ortada duran, insan olmanın 'doğal' halleri idi sanırım beni rahatlatan..

Kusursuz olmak, hemen her insanın istediği ama ne yazık ki kimsenin tam anlamıyla -asla- gerçekleştiremediği bir 'insani' hedeftir..
Hayatta mümkün olamayan bir şeyin, -sinemayı, hayatı yansıtan bir ayna gibi gören- bu filmde gerçekleşmesi de beklenemez elbette..

Önceki filmiyle senaryo dalında Oscar adaylığı da bulunan yönetmen Noah Baumbach, sinemanın değişmez yasasıymış gibi, çoğu kahramanlarını hep bir 'kusursuzluk' zırhıyla kuşandırmaya çalışan klasik Hollywood sinemasına, bu ‘gerçekçi’ filmiyle, güzelce bir nanik hareketi çekiyor..


4.5  /5