27.4.09

Festivalin Kategorisel Hali ve Üç Film



İstanbul Film Festivali dendiğinde, nedense kafamda ilk canlanan imaj, yıpranmış hatta koptu kopacak, eski tarihli film görüntüleridir..
Yıllardır, yani daha Sinema Günleri devrinden miras kalan tercihlerimle ilgili olduğunu sandığım bu alışkanlık durumunun son halkası, bu festivalin ilk haftasıyla birlikte hitama ermiş; ikinci haftada seyrettiğim üç adet 2008 yılı yapımı filmle de bu yılki ‘umumi’ görevimin sonuna gelmiştim..

Ancak, yine rahat durmayarak -açmadan da olsa- bir parantez açar gibi yaparak, hazır, anlatacağım filmlerin sayısı da az iken, aklıma epeydir takılan, festivalin bir hususuna izninizle değineyim diyorum: Kategorileştirme..

Sayın festival düzenleyicilerini, öteden beri, programdaki filmlerin tamamını öylesine bir gruplandırma iştahı içinde görüyorum ki; özüme pek gereksiz hatta anlamsız gelen bu uygulamanın ilerde daha da önüne geçilemez bir hale gelmesinden, bir seyirci olarak endişe duyuyorum..
“Uygun bir kategori bulup, ya beni de bir yere hapsediverirlerse” diyerek, sinemaya dahi gitmekten valla çekinir oldum..

Ulusal Yarışma, Uluslararası Yarışma, Türk Sineması gibi gruplandırmalara, karşı bir şey söyleyecek halim yok elbette; ancak, önceki yazımda anlattığım filmlerin tümünün içinde yer aldığı, ‘Asiler, Azizler, Âşıklar’ grubunun yanında bir de ‘Aşk Olsun’ bölümüne niçin gerek görülmüş ki..
‘Asiler, Azizler, Âşıklar’ bölümündeki Oharu Hanım’ın büyük bir aşk acısıyla için için yanarak yaşadığı hayatını görüp de, filmin sonunda kendisine “Aşk olsun!” demeyeceğimiz mi varsayılmış?.
Hadi bunları görmezden gelelim; peki, azizler neyse de, içinde en azından bir adet asi’si, bir kaç adet de aşığı olmayan kaç tane film çekilmiş ki şu yeryüzünde allah aşkına!.

‘Yıllara Meydan Okuyanlar’: “Hâlâ formda, hâlâ dünya sinemasına yön vermeyi sürdüren, yıllara meydan okuyan, ödüle doymayan usta yönetmenlerin en son filmleri bu bölümde.” denmiş..

Kimse kusura bakmasın ama bu sanıldığı gibi bir onurlandırma falan değil; bu çatallı dil, o yönetmenlere açıkça: “Artık birer dede, nine oldunuz hâlâ eliniz sinemada, gözünüz ödüllerde, ne doymaz şeylermişsiniz yahu; en iyisi siz ölün!” diyor..
Sizden daha önce doğmuş olmak gibi, ne o yönetmenin kendisine fazladan bir özellik kazandıracak, ne de size umduğunuz o gençlik aşısını yapacak bir durumu, böylesine abartmanın manası nedir?.
Hem yaşlılık neden bir sinemacıyı diğer meslektaşlarından ayırmanın bir kıstası olarak görülüyor ki?. Bu yapılan resmen ayrımcılıktır ve bu açıkça ithamın, bendenizin yaşlı olmasıyla falan da uzaktan yakından hiç bir alakası bulunmamaktadır..

‘Genç Ustalar’. Yahu az önce ben ne söyledim!. Bu kulaktan giriyor, diğerinden aynen çıkıyor, öyle di mi?

‘Geceyarısı Çılgınlığı’ da başka bir tuhaflık; gördüğüm iki film de bu bölümdendi ki -iddia edildiğinin aksine- gündüz vakti sinemaya girip, pırıl pırıl güneşte de çıkıp gittim; yine iddia edildiği gibi, diğer filmlerden daha uyarıcı, daha sarsıcı ve daha kışkırtıcı da bulmadım.. Üzgünüm Leyla..(Copyright - Hasan Cemal)

Son bir bölüme daha değinip, bu bahsi de burada kapatıyorum efendim: ‘Dünya Festivallerinden’. Allah allah!. valla aklım almıyor; herhangi bir film, bir festivale katıldı diye niçin bunun gibi bir torbaya konur ki?.

Ya herhangi bir film, bir ‘Genç Usta’ tarafından, ‘Asiler, Azizler, Âşıklar’ üzerine yapılmış, ayrıca fena halde ‘Gece yarısı Çılgınlığı’ özellikleri de gösteren bir film olmuş olsaydı?!
Hadi bakalım ayıkla pirincin taşını!.



Chugyeogja / Takipçi / The Chaser


21.Yüzyılla birlikte adeta coşarak, dünya sinemasına önemli yönetmenler ve pek kaliteli filmler armağan etmiş bir ülke olan Güney Kore’nin taze yönetmenlerinden Hong-jin Na‘dan başarılı bir ilk film: Takipçi..

Eski bir polis, yeni bir ‘bayan kiralama uzmanı’ olan Joong-ho (pezevenk deyince kızıyor), mütevazı bürosundan telefonla organizasyonu sağlayarak çalıştırdığı kızlardan bazıları ortadan kaybolunca, işkillenmeye başlamıştır..
Önce, kızların, başkaları adına çalışmak üzere falan kaçtıklarını düşünürse de; daha sonra, kaybolan kızların gittikleri son müşterinin hep aynı kişi olduğunu fark eder ki, eski dedektifin elinde -hiç değilse artık- soruşturabileceği bir telefon numarası vardır..

Kaybolan bu zavallı telekızlar, aslında, müşteri kılıklı o genç adamın kurbanıdırlar..
İleri derecede bir manyak olan eleman (Jung-woo Ha), kadınları ve bu arada işine engel gördüğü herkesi çeşitli usullerde öldürüp, parçalara ayırmakta, sonra da sahiplendiği evin bahçesine gömmektedir..
Sapık herif, son olarak ağına düşürdüğü başka bir genç kadın olan Mi-jin Kim (Yeong-hie Seo)’i banyoda, kafasına keski çakmak suretiyle öldürmeye girişir..

Görüldüğü üzre, katilin kim olduğunu seyirci filmin başından itibaren bilmekte; ancak kahramanımız Joong-ho (Yun-seok Kim) ise kayıp sermayelerinin hâlâ hayatta olduklarını ve başkaları tarafından da çalıştırıldıklarını sanmaktadır..
O da er ya da geç, gerçeği öğrenecektir elbet..

Seri cinayetlerin işlendiği bir hikayeyi, hiç de alışık olmadığımız bir şekilde, türün klişelerinden tamamen kopuk olarak film haline getiren yönetmen Hong-jin Na, ne katile, ne de cinayetlerine fazladan anlamlar katarak olayı görkemli hale getirmeye çalışmış; ayrıca, ne de katilin peşindekileri birer kahraman halinde yüceltmiş..
Aksine yönetmen, benzer türdeki çoğu Amerikan filmlerinden alıştığımız ve her biri adeta insanüstü bir varlıkmış gibi gösterilen katil ve de her rütbeden polisleri -gerçek de olduğu gibi- duyguları, zaafları olan, sıradan tipler olarak tasvir etmiş..

Polislerin ve yöneticilerin beceriksizliğini, ortadaki belanın üstesinden gelme görevinin onlardan çok yine ‘önemsiz’ vatandaşa düştüğünü göstermesi ve de komediye yatkınlığıyla, bir başka başarılı Güney Kore filmi olan The Host / Gwoemul’u hatırlatan film; normal seyirci psikolojisiyle, sonuçlanmasını beklediğimiz tek bir olayın bile bir türlü tam olarak gerçekleşmemesiyle de oldukça rahatsız edici..

Yani sözün özü, Takipçi, öteden beri alıştığımız ve hayran kaldığımız Kore yapımlarına yakışır şekilde; korkuyla karışık gerilimin yanısıra, bireysel, toplumsal ve siyasal eleştirisini de ihmal etmeden, ayrıca komikliği bir cinayet filmine de yedirerek güzel bir bileşim ortaya koyuyor..

9   /10




Loft / Çatı Katı 


Aşırı çapkın bir arkadaşlarının ortam yaratmasıyla, isteyerek ya da istemeyerek olaya dahil olan beş evli arkadaş, bir çatı katını ortaklaşa kullanırlarken, zaman içinde, ortaya, hiç de hesapta olmayan kötü bir sonuç çıkar: Bir kadın cesedi..

Değişik karakterlerde beş ‘iyi arkadaş’, bir çatı katı, beş anahtar, yatakta bir ceset; evli erkekler, evli kadınlar, bekar kızlar, yasal ilişkiler, yasak ilişkiler, komplolar, çıkarlar, çıkarda birleşenler, şüpheliler, şüphede birleşenler..

Şimdi aklıma gelmeyen başka durumlar da vardır belki; lakin beni, daha doğrusu yazılarımı takip eden o dünya iyisi insanlar çok iyi bilirler ki- bir filmde en gıcık olduğum şeylerden birincisi, ortam aydınlıkmış, karanlıkmış demeden elinde fener denen zamazingoyla araştırma yaparak, seyirciyi sözde işkillendirmeye çalışan, hatta arada bir feneri kameraya da tutup gözümüze resmen tecavüz eden tipler ise; ikincisi de, ortada en azından bir adet ceset bulunan suç temalı filmlerin vazgeçilemez trüğü olan, film bitene kadar filmin tüm kahramanlarının sırasıyla, en azından bir kez katil olarak takdim edilmesidir..

Senaryo ya da yönetmen, film başlarken tanıttığı bir çok ‘katil adayından’ genellikle etrafa en pis bakanını ilk önce olmak üzere, hepsini teker teker, katilin o olduğuna bize inandırır; biz seyirciden: “Hah! katil işte bu!” diye düşünmemizi sağlar sağlamaz da: “Nah! katil bu!” deyip, yüzümüze adeta pis pis sırıtarak bir diğerine geçer ki doğrusu bu işin onu pek bir eğlendirdiği de aşikardır..

‘Fener dalgası’ sanırım yoktu ama ‘cinai-gerilim’ filmlerinin bir klasiği olan ‘katil beğendirme’ klişesinin bu filmde hem de tam manasıyla kullanılmasına şahit olduğum halde, tuhaftır, bundan pek şikayetçi olamayacağım..
Zira, 2008 yılı yapımı olan ve Erik Van Looy yönetiminde pek güzel kotarılmış, amma ‘niyeti bozmuş’ evli erkeklere de (Ne ayıp!) ibretlerden ibret beğendirecek kapasitedeki Loft, bu gıcık olduğum hususu, az işlenmiş bir konuda başarıyla kullanmasıyla, hakkında kötü manada bir şey söylememe pek imkan tanımıyor..

8   /10


Zift


Bu yılın festivalinde seyreylediğim son film olan Zift, coğrafi olarak yakın olsak da sinemasını hiç tanımadığım ‘komşi’ Bulgaristan’dan gelmiş bir film olarak, doğrusu benim için güzel bir sürpriz oldu..

Vladislav Todorov‘un aynı adlı romanına dayanan, yönetmenliğini Javor Gardev‘in yaptığı 2008 yılı yapımı bu siyah-beyaz film, oldukça grotesk hatta sürreal, ülkenin sosyalist geçmişinin motifleriyle de süslü, masalsı ama gerçekçi, kara komedi olduğu da şüphesiz, oldukça sert bir dram..

Bu türlerin güzel bir şekilde karılıp sıcak sıcak servis edildiği filmin baş kahramanı, lakabıyla maruf ‘Güve’ (Zachary Baharov), kırklı yıllarda, kız arkadaşıyla birlikte karıştığı, ölümle sonuçlanan bir soygun neticesinde –ama haksız olarak- yirmi yıla mahkum olmuş; içerde yaşadığı binbir tecrübeden sonra da artık mahkumiyetinin sonuna gelmiştir..

Komünist rejim, hapse girdikten hemen sonra ülkesinde yönetimi ele geçirdiğinden, kahramanımızın hapisten çıktığı altmışlı yıllar Bulgaristan’ı, bıraktığından epeyi bi farklıdır..

Bir ortamdaki insanların çevreye yaydığı ‘kulak kiri’ kokusunu dahi hissedebilen, hatta o kokuyu birbirlerine karışmış diğer kokulardan ayırt ederek analizde bulunabilme becerisine de haiz bir adam olan Güve, hapisten kurtulmuş olsa da, onu içeriye tıkan meselenin unutulmadığına ve etkisinin yirmi yıl önce bıraktığından daha tehlikeli bir hale geldiğine de tanık olacaktır maalesef..

Güve, mahpusluk günlerine rahmet okutacak kadar berbat geçen özgürlüğünün bu ilk gününde çeşitli işkenceler altında inim inim inler, zehirlenir, kaçar; Sofya’nın sokağında, barında, hastanesinde ve mezarlığında kâh geçmişiyle hesaplaşır, kâh bir sürü insanlardan dinlediği binbir çeşit acayip hikayelerle de aklımızı karıştırır..

8   /10

Gelecek sene yeniden görüşmek üzere şen ve esen kalın efenim..


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)