21.4.09

İstanbul Film Festivali'nden :: Nazarin, Çölün Simon'u, V For Vendetta, Andrey Rublev, Oharu'nun Yaşamı


İstanbul Film Festivali'nde gördüğüm filmleri kısa kısa da olsa yazmayı düşündüğümü, önceki yazımın içinde belirtmiştim; ancak Tersninja'nın saygıdeğer editörler kurulu -pozitif bir bakışla- sanırım biraz aceleci davranarak ya da -gayet normal bir bakışla- bu filmler hakkında yeniden yazmamın gereksiz olduğuna hükmederek; o yazıma, bir cümleyle bahsettiğim filmleri sanki yeterince tanıtmışım anlamına gelecek bir başlık koymuşlar..
Kendim istemediğim sürece- beni yazmaktan alıkoymak ya da caydırmak pek mümkün değildir sayın seyirciler; bu gerçeği herkesin bellediğini sanıyordum, demek yanılmışım..

Yazıma bu şekilde giriş yaparak, polemiksiz var olamayan yurdumuza yeni bir tartışma konusu kazandırmayı, böylelikle, bir de kendi adıma başınızı ağrıtmayı asla amaçlamıyorum; ayrıca az önce, "Eyvah! bütün filmleri mi yazacak?" diye bir ses işittim ki teessüf ederim yani..
Panik olmanıza hiç gerek yok, film sayısı çok, ama 'kısa kısa' yazacağımı da belirttim farkındaysanız..
Böylece gayet lüzumlu ayarı ve gayet gereksiz açıklamayı da yaptıktan sonra; bu yılki festivalde gördüğüm ilk beş filmin değerlendirmesini şimdi, kalan diğer üçünü de ikinci bir yazıda yapayım diyorum, izninizle..



                                Nazarin

İki filme bir bilet kampanyasından da yararlanarak edindiğim biletle, bu yılın festivalinde izlediğim ilk film olma şerefine de nail olan Nazarin, sürrealizmin sinemadaki babası olan (Anası olduğumdan değil, bir sinemasever olarak bildiğimden söylüyorum) İspanyol yönetmen Luis Bunuel'in bir filmi..

Ustanın 1959 yılında Meksika'da çektiği bu film, tam anlamıyla samimi bir mümin, bağnazlıktan ve boş inançlardan uzak, alçakgönüllü bir din adamı olan Nazario'nun hayatından bir kesiti aktarır bize..
Yiyeceği olan tek bir lokmayı bile, isteyenle düşünmeksizin paylaşabilen bir insani yüceliğe sahip Keşiş Nazario, yirminci yüzyılın başları Meksika’sında, fakirlerin yaşadığı bir mahallede bulunan han benzeri bir mezbelede, fahişeler, hırsızlar ve dilencilerle iç içe yaşamaktadır..

Gelgelelim, peşine düşenlerin izini bulmamaları için, saklandığı odayı ateşe vererek handa yangına neden olan -akıl yanı biraz eksik- bir fahişeyi himaye ederek evinde saklayan bizim keşiş, bu hayırseverliğinin zararlarını çevresinden görmekte çok gecikmez ve ayyuka çıkan bir dizi dedikodu ve de şüpheler neticesinde, barındığı o yerden ayrılmak zorunda kalır..

Mahalleden de tamamen ayrılarak, 'bir lokma bir hırka' anlayışıyla mücehhez, kendini yollara vuran Nazario -sonradan ona katılan- mahalleden iki kadınla birlikte, insanlara yardımcı ve yol gösterici olmak üzere, fukaralığın, adaletsizliğin ve çaresizliğin kol gezdiği memleketini dolaşmaya başlar..
Tanrı rızası için düştüğü bu çileli yolda, kahramanımızın muhtelif acı tecrübeler yaşaması ise elbette kaçınılmazdır..

Hz.İsa'nın yaşamıyla benzerlikler kurarak, bir hümanist keşişin hikayesini anlatan; hatta bi ara başından yaralanan Nazario'yu kafasının sargıyla sarılması neticesinde, onu, başında dikenli tel takılı İsa'ya da açıkça benzeten Bunuel, cahil bırakılmış halkın, bir takım batıl inançlarla, dini sarıp sarmalamasını eleştirirken; Katolik kilisesine, hiç de hoş olmayan bir bakışla yaklaşır..
Bu duruşuyla, zengin ve yönetici sınıfla birlikte ruhban sınıfının da şu fakir ülkenin zengin menfaat pastasını afiyetle üleştiğini vurgular gibidir..

  4 5





                               Çölün Simon'u (Simón del Desierto)

Aziz Simeon Stylites'in oğlu Simon, çölün ortasında dikili bir sütunun üzerinde, tam bir riyazet hali içinde (yani minimum yaşam şartlarında) ruhunu arındırmak ve saf bir iman sahibi olabilmek için -6 yıl, 6 ay ve 6 gün boyunca- sürekli Tanrı'ya dua ederek yaşar..

Sütun üzerindeki süresinin sonuna geldiğinde, yakındaki bir manastırdan gelen rahipler güruhu ile Simon'un mucizelerine ve azizliğine gönülden inanan köylüler, onu selamlamak üzere sütunun dibine gelmişlerdir..
Hâlâ 'olmadığına' inanan ve tek başına çektiği çilesinden ve de iç yolculuğundan gayet memnun görünen Simon, aşağıya iner inmesine ama bu defa da, kendisi için önceden hazırlanan daha yeni bir sütuna çıkarak tekrardan bir çile dönemine girer..
Bu arada bazı mucizeler de gerçekleştiren kahramanımızla, annesi, bazı köylüler ve keşişler iletişim kurmaya çalışırlarsa da o bunları görmezden gelerek, kendi uhrevi yolculuğunu sürdürür..
Ancak kendisini, Tanrı dahil çeşitli kılıklara girmek suretiyle ziyaret ederek taciz eden ve baştan çıkarmaya çalışan Şeytan'a karşı ise o kadar da güçlü olamayacaktır..

1965 yılında Meksika'da çektiği ve beşinci yüzyılda yaşamış Suriyeli aziz Simeon Stylites'in hikâyesinden beyazperdeye aktardığı bu 45 dakikalık film ile Luis Bunuel, yine Hıristiyanlık, ruhban sınıfı, insan ve inanç üzerine alegorik bir irdeleme yaparken; dinin iman edilmesi elzem mucizelerini ve şeytan gibi yaratıklarını canlandırırken de gerçeküstücülüğünü gayet özgürce kullanıyor..
Hele finaldeki anakronizm’in dibine vuran sekans için ise, her halde ayağa kalkıp saygı duruşunda bulunmaktan başka bir çaremiz yoktur..

  3.5 / 5





                                V For Vendetta

Adam Sutler adlı bir liderin, Nazizm benzeri yönetimiyle topluma kök söktürdüğü, distopik bir geleceği yaşayan İngiltere'de, V olarak tanınan ve şiddete şiddetle direnmeyi kendine ilke edinmiş maskeli bir adam, bu karanlık iktidara karşı mücadele vermektedir..

“Yöneten ve yönetilenler yoktur. Halk kendi kendini yönetir ve bunu seçtiği kişilere devleti emanet ederek yaptırır. Parasını da vergisiyle öder” ya da “İnsanlar hükümetten korkmamalı, hükümetler insanlardan korkmalı” diyerek, dünyada pek rastlanmayan, ancak biz de hiç yaşanmamış 'gerçek' bir demokrasinin tarifini yapan V; daha sonra, anarşist ruhunun da isyanıyla, olayı oldukça hassas noktalara taşıyarak: “Eğer iktidar yozlaşmışsa ve onu yargılayabilecek bir mahkeme de kalmamışsa, şiddet meşrudur. Gerekirse parlamentoyu bile havaya uçururum!” demesiyle de, özüme adeta Atatürk'ün Bursa Nutku'nu anımsatmıştır..

2005 yılı yapımı olarak, festivalin ilk haftasında izlediğim diğer filmlerle 'tazelik' hususunda kıyas kabul etmeyen bir film olan V For Vendetta, Alan Moore'un yazdığı ve David Lloyd'un çizdiği ünlü bir çizgi romandan sinemaya uyarlanmış..

Wachowski Kardeşler'in senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği ve James McTeigue'nin yönettiği bu mükemmel film hakkında, hemen herkesin yeterince tazelikte bilgi sahibi olduğunu da düşünerek fazla ayrıntıya girmek istemiyorum..

Kitabında daha yoğun hissedildiği iddia edilen- anarşist bir ruha sahip; faşizme karşı inançla yükselttiği bireysel mücadelesine ivme kazandıran devrimci düşüncelerini, hareketi topluma yaymada da başarıyla kullanan V'yi; kötülere karşı içinde büyüttüğü tüm hıncına karşın, gülümseyen maskesinin altında –hiç görünmediği halde- hep gülümseyen yüzlü ve iyi kalpli biri olarak tanıdım ve sevdim..

  4.5 / 5






                                Andrey Rublev

15.yüzyıl Rusya'sında yaşamış Rus ikona ressamı Andrey Rublev'in hayatından esinlenen bir eksende; Ortaçağ Rusya'sının olduğu kadar -evrenselliği kuşkusuz- insani ve toplumsal durumları da tasvir eden mükemmel bir Andrey Tarkovski filmidir Andrey Rublev..

Hayatının büyük bir kısmını dini binalar içinde, dini resimler yaparak geçirmiş; şimdi ise, birlikte çalışmak için kendisini başka bir kente çağıran ünlü bir ressamın yanına, iki arkadaşıyla birlikte gitmek üzere yola çıkan Andrey Rublev'in; bu yolda ve devamında, yüz yüze kalıp da acımasızlığına tosladığı 'gerçek' hayatın içinde -yıllar boyunca- savrulmasının, mistik ve de şiirsel bir anlatısı..

Aslında -biraz da olsa- sanatsal ağırlığı bulunan hiçbir film hakkında, bir kez izlemekle kesin ve doğru sonuçlara varmak ya da verdiği 'mesajlara' tamamıyla vakıf olmak pek mümkün değildir..
Kaldı ki, görselliğinin olağanüstülüğü yanı sıra, verdiği alegorik mesajların nitelik ve niceliğiyle, 'dikkatli' seyircisini ‘sürmenaj’ etme ihtimali büyük olan bir Tarkovski filmi karşısında, bence daha da temkinli olmakta yarar vardır..
Bu cümleden olarak- epizotlara bölünerek anlatılan 1966 yılı yapımı Andrey Rublev'in üç saati aşan süresince, Tarkovski'nin, bir biyografiden çok, dönemin, boş inançlarla çevrelenerek yozlaşmış din anlayışını ortaya koyduğunu; hatta, bizdeki güncelliği asla geçmeyen, kadınların baş örtüsü tartışmasının Hıristiyanlık'ta da aynen var olduğunu; bu arada, elbette 'inançlı' biri olarak, inancın öneminin altını dikkatle çizdiğini; başarı ve iktidar hırsının kararttığı gözlerin sahiplerinin ikiyüzlülüklerine dikkat çekerken, ayrıca, daha bir sürü bireysel ve toplumsal hallere de vurgu yaptığını söylemek herhalde yanlış olmayacaktır..

Finalinde renklenmeye başlayan siyah-beyaz filmimizin, uzun bir süre gösterdiği ikonalar ya da duvar resimleri sırasında, sinema –sıkıntıdan patlamak üzere olan- seyircilerini boşaltmaya başlamıştır ki filmde yağmurun başladığını duyarız ve son sahne olarak, ustamızın has metaforlarından olan birkaç atı yan yana görmemizle de film biter..
Ve yerinden doğrulan kadın seyircimiz, yanındaki arkadaşına bağırarak sitemde bulunur: "Ben sana demedim mi çıkalım, resimlerin arkasından bir şey gelmeyecek diye.. Boşu boşuna bekledik senin yüzünden.."
İşte bu da böyle bir anımdır..

  4.5 / 5






                               Oharu'nun Yaşamı (Saikaku Ichidai Onna)

Öz babası tarafından satılma talihsizliğini yaşamanın yanısıra; biricik sevgilisi hariç, hayatına giren bir dizi erkeğin şerefsizlikleri sonucu sokaklara düşen bir geyşanın yürek paralayıcı öyküsünü filme, 1952 yılında, Japon sinemasının önde gelen usta yönetmenlerinden Kenji Mizoguchi çekmiş..

Her toplumda benzeri görüldüğü gibi- 17. Yüzyıl Japonya'sındaki insanların büyük bir çoğunluğunun da pek dert etmediği, sınıf ve hiyerarşi sorunlarına vurgu yaparak irdeleyen film; buna bağlı olarak, kadının 'erkek egemen' toplum içindeki yerini ve acınası halini de ortaya koyuyor..

İlk bakışta klasik Türk filmlerinin, 'acıların kadını' temalı filmlerinin öncülü gibi görünse de; gerek, plan sekans'a ağırlık veren çekim tekniği, gerekse de bir kadının hayatının, 'resmen' feminist bir bakış açısıyla ve yetkin oyunculuklarla irdelenmesi, bu filmi, bizim Yeşilçam'dan ayırıyor..
Bu cümleden olarak- bir flashback'le başlayan açılış sahnesinde, sokaklara düşmüş Oharu (Kinuyo Tanaka)'nun sığındığı bir tapınaktaki heykellere bakarken, bir heykelin yüzünde, sırf kendisini sevdiği için -devrin yasaları icabı- idam edilen 'alt sınıftan' sevgilisi Katsunosuke'nin yüzünü görmesi ve finalde de o ana yeniden geri dönülmesi, filmin çekildiği dönemi de göz önüne aldığımda bana gayet enteresan geldi..

Kendi adıma- büyük bir yanlışlık sonucu, pazar günü seansına alınmış bir biletle gördüğüm bu film, bütçeme yıkıcı etkide bulundu bulunmasına; ama bu durum -yine aynı nedenle- ilginin kısıtlı kalması sonucunu doğurmuş ki bu yıl ilk kez, bir filmi, her iki tarafında büyük boşluklar bulunan koltuğuma rahatça yayılarak izledim..

Ayrıca, bu yıl izlediğim en eski tarihli film ünvanını da 'benden' alan Oharu'nun Yaşamı, gösterim öncesinde her an kopabileceği anonsu yapılmasına rağmen, dayanarak kopmamış; ancak, filmin kadrajının Rexx'in perdesine bir türlü ayarlanamaması neticesinde, rolünü ayakta oynayan tüm kişilerin kafaları, dolayısıyla mimikleri falan da görülememiştir..
Bu nedenle, film sırasında, oyuncuların mümkünse oturmaları ya da en azından sadece kısa boylu olanların ayağa kalkmaları için içtenlikle dua edilmişse de, maalesef bundan da pek bir sonuç alınamamıştır..
Yetkililere umutsuzca duyurulur..

  4 / 5


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)