7.5.09

Günümüz Fransız Sineması'ndan iki zıt kutup: Martyrs ve Rumba


Göze ve kulağa sanki gayet akademik bir çalışmanın ürünüymüş gibi yansıyan bu başlığa bakıp da yüksek beklentilere kapılmayalım lütfen..

Bu haftaki yazının içeriğinin ve başlığının 'değişik gibi' olmasının iki basit sebebi var aslında: Birincisi -tamamen tesadüf olarak- iki adet Fransızca filmin bu hafta birlikte vizyona girmiş olması; ikincisi ise, Martyrs filminin gösteriminden çıktığımızda, sitemizin banisi, yüce insan Landlord kişisine, bu hafta siteye, Rumba adlı bir diğer Fransızca film hakkında yazacağımı söylememdir..

Hiç böyle bir adetimiz olmadığı halde gelecek yazımın konusunu söyleyerek, Patron'u niçin gereksiz bi şekilde o gün meşgul ettiğimi şimdi hiç hatırlamıyorum; ancak, yine böyle bir gösterim öncesi, kendisinin nasıl korkunç miktarda poğaça tükettiğini ifşa ettiğim eski yazılarımdan bahsetmek suretiyle, Landlord'un aynı gün, beni, duayenimiz ve saygıdeğer büyüğümüz Atilla Dorsay'a nasıl şikayet ettiğini ise gayet iyi hatırlıyorum..
Neyse efendim, konumuz bu değil..




Ben, Rumba'yı yazacağımı söylememle birlikte Patron'un hafiften burun kıvırdığını hemen fark etmiştim..
Malumunuz, her daim gayet hassas ve rikkatli bir ruh hali içinde yaşayan naçizane bir yazar olarak, şol durum muvacehesinde kendime bir çıkış yolu aradım ve buldum: Hem, daha önceden görüp yazmayı planladığım 'şirin' Rumba'mdan vazgeçmeyecek, hem de o günkü 'kanlı' Martyrs'i de yazıya katacaktım..

Biraz yüzeysel ve zorlama da olsa- Fransızca, bu iki farklı filmi tek yazıya konu yapmak için bulduğum 'ortak' paydalardan birincisi oldu; türleri ve bunların işleniş farklarıyla iki ayrı uçta görünen yapıtların 'ortak olmama' paydası da diğerini oluşturdu..

Filmlerin adlarından da az-çok belli zaten; biri bittiğinde, şahit olduğunuz kan ve vahşetten, insanların inançları ve de amaçları uğruna bencilce hayvanlaşmasından mütevellit bir moral bozukluğuyla salondan ayrılırken; ölümcül trafik kazası ve intihar dahil her türlü dünyevi zorluklardan zerre etkilenmeyen ‘iyimser’ kişiliklere tanık olduğunuz diğer filmden ise, adeta dans ederek çıkıyorsunuz..




Martyrs / İşkence Tarikatı 


Film, sanayi bölgesinde yer alan bir fabrika binasındaki bir odada zincirlenerek aylarca dövülmüş, eziyet görmüş on yaşındaki kız çocuğu Lucie'nin, bu işkencehaneden bir şekilde kurtularak, yaralı ve yarı çıplak vaziyette kendini dışarıya atmasıyla başlar..
Madden ve manen bitmiş vaziyetteki Lucie, bu halde bulunduktan sonra tedavi ve koruma altına alınır..

Yaşadığı dehşetli olay hakkında kimseyle konuşmayan kız, yetimhanede tanıştığı yaklaşık aynı yaşlardaki başka bir kız çocuğu olan Anna'yla, sıkı bir arkadaşlık kurar; daha doğrusu Anna, sürekli halüsinasyonlar gören, akıl hastalığına düçar olmuş bu kızla, annesi gibi ilgilenmektedir..

Bu küçük kızları öylece yetimhanede bırakan filmle birlikte, on beş yıl sonraya doğru uzun bir sıçrama yaparız; artık büyümüş ama yaşadıklarının etkisinden ve ağır psikozdan kurtulamamış Lucie (Mylène Jampanoï), kendisine işkence yapanların peşine düşmüştür..

Pazar kahvaltısı için hazırlanan ve tatlı tatlı şakalaşan; anne, baba ve biri kız iki genç çocuktan ibaret bir ailenin müstakil evinin kapısı çalar..
Bu zamansız ve de davetsiz gelen misafir şahıs, Lucie'den başkası değildir..

Filmin bundan sonrası, tıpkı öncesinde de yaşandığı -ama pek gösterilmediği- gibi tarifi namümkün, işkence, gözyaşı ve kandan ibaret, cehennemi bir ıstırap olup; ayrıca, adeta cisimleşmiş bu acıyla, zavallı bir insanı ‘ruhen besleme’ girişimidir..

Öte yandan, kadersiz Lucie ile olan arkadaşlığının kıvamını bunca yıl sonra daha da koyulaşmış olarak sürdüren Anna (Morjana Alaoui), çocukluğundan beri peşine takıldığı bu -bir başka açıdan- ‘tekinsiz’ kızın, kendi kaderini de çizdiğinin farkına vardığında ise, artık herkes ve her şey için çok geçtir..

Bundan önce çektiği, yine korku türündeki filmi Saint Ange'la olumlu bir sonuç alamayan Fransız yönetmen Pascal Laugier, gerilimi hiç düşürmeyerek, seyircisinin ilgisini başından sonuna kadar hep ayakta tutan bu yeni yapıtıyla, bu kez başarıyı yakalamış görünüyor..

Az sonra patlayacak şiddete hazırlık mahiyeti taşıyan, filmin başındaki, amatör çekim efektli ve belgeselvari görüntülerin yanısıra, işkence, şiddet ve kan banyoları, başka bir Fransız korku filmi olan -bendenizi hiçbir açıdan etkileyememiş- Frontière(s)'i akla getiriyor..
Ancak, hele de bir korku filmi için, şu sıralar pek rastlanmayacak düzeyde, gayet özgün bir senaryoya sahip olması; iki kadın aktristin çok iyi oyunculukları yanısıra, falsosuz ve mükemmel bir makyaj çalışması; en önemlisi, şiddetin kaynaklandığı felsefe ya da inancın -meczupça da olsa- yapaylıktan uzak ve inandırıcı oluşu, Martyrs'i, Frontière(s)’den kesin olarak ayırıyor..

Gayet çarpıcı ve net bir eyleme sahip olan finaldeki konunun asıl özüne yönelik belirsizliğin korunması ise, Martyrs'i, sıradan, içi boş bir vahşet filmi olmaktan kurtaran, diğer ve de en önemli özellik olmuş..



Rumba


Aynen yazdığım sırayla, yani Martyrs'den hemen sonra görürseniz eğer, daralmış ruhunuza ve bozulmuş moralinize pek iyi gelecek, sizi 'sebepsiz' bir iyimserliğe ve de mutluluğa sevk edebilecek bir film Rumba..

Bu her haliyle tuhaf filmin, her haliyle tuhaf kahramanları; ‘tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş’ deyimine cuk oturan, Fiona ve Dom ikilisidir..

Küçük bir kasabada ve aynı evde ikamet eden; ancak, birbirlerine olan düşkünlüklerine ve mükemmel uyumlarına bakınca da evli olmadıklarına hükmettiğim bu çiftin dişisi, kasabanın okulunda İngilizce öğretmenliği yapan -epeyi çirkin bir versiyonu da olsa- fiziki açıdan bana Tilda Swinton'ı hatırlatan Fiona Hanım (Fiona Gordon); erkeği ise, aynı okulda beden eğitimi dersine giren Dom Bey (Dominique Abel)’dir..

Öğretmenleri onlar olduğu için belki de dünyanın en şanslı öğrencileri olan çocukların da pek sevdiği, dünyanın bu en neşeli, en uyumlu, en pratik, en iyimser, en takıntılı ama en vurdumduymaz ya da 'resmen çılgın' ikilisinin bir de ortak tutkuları vardır: Dans etmek ya da -şu aralar- rumba yapmak..

Dans yarışmalarından bol ödüllü olan bu enteresan çift, yine bir yarışma sonrası kazandıkları ödüllerini almış, arabayla evlerine dönerlerken, en az kendileri kadar deli -yalnız onlardan farklı olarak- yaşamdan umudunu kesmiş, intihar sevdalısı bir adam önlerine çıkar..
Az önce, tren raylarına yatarak ölmeyi denemiş ama başaramamış, şimdi de şansını asfaltta deneyen bu adamı, gecenin karanlığında son anda fark eden kahramanlarımız, adama değil de duvara toslarlar..




Bu elim kaza, Fiona'nın bir bacağını, Dom'un da hafızasını yitirmesine neden olur; en büyük tutkuları olan dans etmek artık hayal olsa da onlar -o yarım hallerinde bile- eski iyimserliklerini yitirmeden, yaşamlarını sürdürmeye devam ederler..
Ancak, yitirilen bacak neyse de, geçmişini ve üstelik hemen az öncesini de sürekli unutan Dom'un durumu, işlerin yolunda gitmesine önemli bir engeldir..

Dominique Abel, Fiona Gordon ile Bruno Romy’nin yönettiği ve bu aynı kadronun rolleri de paylaştığı Rumba, az Fransızca sözlü, bol rumba danslı ve de vizyonda emsaline pek rastlanmayacak absürt özellikli, oldukça 'değişik' bir film..

Konuşmaların azlığı ve doğrudan beden diline yaslanan, stilize anlatım tarzıyla, komik olduğu kadar dramatik, iyimser olduğu kadar da düşündürücü haliyle, doğrudan ‘Şarlo’ filmlerini akla getiren; canlı ve parlak renkleriyle de göz alıcı Rumba, sinemada farklı tatlara açık izleyici için bence kaçmaz bir fırsat..


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)