2.3.10

The Wolfman: Alkazar Sineması Locasında Bir Kurt Adam


Hiç unutmam.. Yıl 1945, mevsimlerden de sonbahardı..
Yedeksubay olarak yaptığım askerliğimin bitmesinin üzerinden henüz bir-iki hafta geçmişti..

Benim hiç acelem yoktu ama peder beyin ara vermeyen tazyikleri neticesi mecbur kalarak, bir yandan iş arıyor, diğer yandan da askerlik sırasında unutmak zorunda kaldığım gönül defterimin sayfalarında isimleri yazılı hanfendileri -sırayla- ziyaret etmeyi planlıyordum..

İlk sırada tabii ki Katya vardı..
Beyoğlu Hacopulo Pasajı`ındaki, mamasının şapkacı dükkanında onu ilk gördüğümde resmen çarpılmıştım..
Dünya üzerinde, 'su gibi kız' nitelemesinin bir örneği varsa eğer, o kesinlikle, dünyalar güzeli Katya olmalıydı..

Askere gitmeden hemen önce göz koyduğum bu kıza açılabilmeyi henüz üç gün önce becerebilmiştim..
Diğerleri üzerinde çalışırken, hiç vakit harcamadan işleyen 'tavlama' becerimi, bu kız için bir türlü devreye sokamıyordum..
Neyse ki şanslıydım.. En büyük korkum gerçekleşmemiş, yokluğum sırasında onu kimseye kaptırmamıştım..
Biraz da bunun sağladığı bir moral ittirmesiyle -en önemlisi- mamasının yokluğunu da fırsat bilerek, dükkana daldım ve az sonra da ilk randevuyu -hem de sinemaya gitmek üzre- kopardım..
Meğer o da beni beğenirmiş.. Askerlik öncesi, dükkanın etrafında fır döndüğüm, nedense pek çekindiğim şapkacı annesine çaktırmadan kesmeye çalıştığım günlerde, ona yanaşacağım ve konuşacağım anı bekler dururmuş hep bu canımın içi..




Ertesi gün soğuk ama pırıl pırıl güneşli bir çarşambaya, yani, -Katya'ya kavuşacağım için elbette- ömrümün en güzel günlerinden birine uyandım..

Saat on bire doğru, Kasımpaşa'daki evimizde, aynanın karşısında briyantinlediğim saçlarıma, son rötuşları yapıyordum..
Gri takım elbisemin üzerine, siyah trençkotumu giydikten ve fötr şapkamı da başıma hafifçe sola yatık vaziyette oturttuktan sonra, artık hazırdım.. (Malumunuz, biz o zamanlar Beyoğlu'na kravatsız, şapkasız çıkmaz idik efendim.. Hey gidi hey!)




Sevgili valideciğim bendeki heyecandan vaziyeti anlamış, manalı manalı gülümseyerek başını sallıyordu.. Tam bir şey söyleyecekken, çabucak dudağıma götürdüğüm parmağımla sus işareti yaptım.. Zira, hemen karşımızdaki oturma odasında koltuğuna kurulup, gazetesinin başmakalesini kıraat etmekte olan pederimin beni fark etmesini istemiyordum..
Siz de bana hak vereceksinizdir umarım- onun, iş bulma mevzusundaki malum lakırtılarını yeniden dinlemek -hele ki bugün- hiç mi hiç işime gelmezdi doğrusu..

Neyse efendim, lafı fazla uzatmadan ve Kasımpaşa'da da oyalanmadan, Aynalıçeşme Yokuşu'nu tırmanarak, nazlı yarimle buluşma yerimiz olan Galatasaray Postahanesi'nin önüne varayım.. Ki bi de ne göreyim?




Benim Katya'm (Hemen de sahiplenirim.) olmuş mu size bir şahane peri kızı?
Süslenip püslenerek, annesinin özel imalatı olan harika şapkalardan birini de o güzel başının üzerine takarak -benden önce- buluşma yerimize gelmişti bile..

Saat on ikiye on vardı.. O zamanlar, günün ilk film gösterim saati olan on iki matinesi normale göre bayağı bi indirimli olduğundan ve planımı da ona göre yaptığımdan, acele etmemizde fayda vardı..

Katya'mı sinemadan önce yemeğe götürmek pek bi uygun olurdu aslında.. Lakin, işsiz ve meteliksiz bir genç olarak, genel finans durumum ancak Alkazar Sineması'nın indirimli matinesine, hadi zorlarsam da en fazla, film arasında fuayede oturup da içeceğimiz birer gazoza yeterdi..

Beş dakika sonra Alkazar'ın kapısından içeriye girmiş, biletleri alıp, locadaki sandalyelerimize oturmuştuk.. (Yeni nesil için iki not: O zamanlar Alkazar Sineması şimdiki gibi üç salonlu değil, balkonları ve locaları olan tek bir salondan ibaretti, biir.. Hemen her sinemada bulunan ve balkon kısmında yer alan, içinde iki, dört ya da daha çok sandalye bulunabilen, bölünmüş, yarı kapalı özel yerlere de loca denirdi, ikii.)

Localar, saf bir bakışla, bir ailenin birlikte oturup, film seyretmesini sağlayan yerler olarak görülebilirse de, bu bölümlerde oturarak çevreden soyutlanmış genç çiftlerin amaçları ve niyetleri biraz farklıydı tabii (Ve elbette bizim de.).

Doğruyu söylemek gerekirse ki ben hep doğruyu söylerim.. Benim amacım, tanıştığımızdan ve bugün buluştuğumuzdan beri, Katya'nın bana karşı olan hafif soğuk yaklaşımının bir an önce ve de iyice ısınmasını sağlamaktı..

Kız, şahane güzelliğinin yanı sıra, güler yüzlü ve içten görünüyordu belki ama -umduğumun aksine- son derece çekingendi..
Film başlayana kadar her fırsatta denemelerde bulunarak -sadece ve sadece- elini tutmak istediysem de henüz başarılı olamamıştım..
Nasıl beceriyorsa artık- oldukça ısrarlı bu ataklarımı her defasında öyle kibarca ve ustalıkla bertaraf ediyordu ki ona -birazcık olsun- kızamıyordum bile..
Ama benim de kendime göre planlarım vardı.. İlerleyen dakikalarda devreye girecek sinemasal gelişmelerin sonuç vereceğinden emindim.. Nitekim, bu taktik daha önce de denenmiş ve başarılı olmuştu..

"Başlayan bu Amerikan filminin orijinal adı The Wolf Man idi" dersem eğer, 'haince' niyetimin ne olduğunu, herhalde çakacağınızdan eminim..

Salon karardıktan bir müddet sonra Katya, 'el tutma orucunu' -hem de kendiliğinden- nihayet bozmuştu ama girişimimin ikinci merhalesi olan, 'kolumu kızın omuzuna atma' hareketim, yine her defasında, hiç de kırıcı olmayan bi şekilde geri püskürtülüyordu..

Gerçi ben sevgili yönetmenimiz George Waggner'dan ümitliydim.. Kendisini tanıdığımdan değil elbet; filmin kurt adamlı afişinden ve lobideki korkunç fotoğraflardan..

Filmin The Wolf Man'i olan Lon Chaney Jr. (Bunun babası da zamanın korku filmlerinin falan, kılıktan kılığa giren aktörüydü.. Kanında var yani.), ilk kez, orasından burasından kılların fışkırmasıyla, dişlerinin sivrilip, ellerinin pençeleşmesiyle Kurt Adam'a dönüşünce, bendeniz de hafifçe değişime uğrayarak -çok afedersiniz- 'kötü' emellerime ulaşmaya başlamıştım bile..

Korkudan perdeye bile bakamayan Katya'mı kucağımda bulduğum o an, Waggner ve Chaney'ya en derin şükranlarımı yolladım..
Henüz iki dakka önce, tazecik sevdiceğimle, el tutuşmadan, omuz tutma aşamasına dahi bir türlü gelemeyen ilişkim, bir anda öyle bi mesafe kaydetmişti ki ben bile n'olduğumu şaşırmıştım..

Daha sonra, perdede Kurt Adam görüntüsü dahi beklemeden, en ufak bir ulumayla bile kendini bir diğer Kurt Adam'a -gönül rahatlığıyla- teslim etmeye başlayan kızın, 'önce ciddi görün, sonra naz yap, daha sonra da fırsat kolla' şeklinde bir 'kız taktiği' uyguladığından kuşkulandığımı da şimdi hatırladım.. Valla günahı boynuna..

Neyse efendim, iyice ayrıntıya girerek, sizleri kendi özel hayatımla daha fazla meşgul etmek istemem.. "İşte bu da böyle bir anımdır" diyerek, lafı günümüze ve filmimize getirmek, galiba en iyisi olsa gerek..

Kısmet ise gelir Hint´ten Yemen´den

Ülkemize -o yılların bi özelliği olarak- biraz geç gelen 1941 model The Wolf Man'e karşılık, son model The Wolfman (Kurt Adam)'ı bir 'mall' sinemasında izlerken, yanımda -ne yazık ki- yeni bir Katya bulunmuyordu.. Oysa, şu yalnız gönül, Landlord'a bile razı idi, ki heyhat!. O da görünürlerde yoktu..

Senaryosu Curt Siodmak'a ait olan ilk filmin öyküsü, aynı zamanda, bir sürü filme konu teşkil etmiş Kurt Adam efsanesinin bugüne kalan en güzel ve en meşhur hikayesi de denebilir..

Jumanji ve Hidalgo filmlerinde de imzası olan Joe Johnston'ın yönettiği son filmde, Siodmak'ın senaryosu -fazla belirgin olmayan ana hatlarıyla- baz alınmış; ama, sadece o kadar.. Hatta daha da ileri giderek, ana eksene eklemlenen muhtelif ilavelerle, klasiği modernle harmanlayan, neredeyse, yepyeni bir senaryo ortaya koyulmuş bile diyebiliriz..
Bu fiili durum, kuşkusuz ki daha iyi olmuş.. Zira, bir 'öncü' olarak kendisine saygımız sonsuz olsa da, fazlasıyla konuşmalı ve oldukça durağan o ilk filmin çok da başarılı olduğunu söylemek, sanırım pek mümkün değil..

"Lan ağbicim! Sen o sırada Katya yengeyle meşgul değil miydin? Hem aradan koskoca altmış yıl geçmiş; nasıl da böyle kesin bir yargıya varabiliyorsun?" diyebilirsiniz.. Ben de size karşılık olarak: "Siz hiç merak buyurmayın a dostlar.. Ben o gün hem Katya'yla, hem de filmle yeterince ilgilenmiştim.. Ayrıca, o günün önemine binaen, aradan geçen yıllara rağmen The Wolf Man'i, oldukça da iyi hatırlıyorum." derim..






İki film arasındaki en birincil ve bariz fark, öykünün geçtiği dönemle ilgili olsa gerek.. Eski film her haliyle, çekildiği zamanın mekan ve kostümlerine sadıkken, son film -gayet akıllı bir seçimle- bilinen, bilinmeyen her türlü acayipliğin ve melanetin kaynağı gibi duran 19.yüzyıl İngiltere'sini, yani Victoria Devri'ni kendine dekor eylemiş..

Artık eski filmi ve hatıraları bir yana bırakalım ve unutmadan -ki adettir- filmimizin kısa bi özetini verelim diyorum..
Britanya'nın Blackmoor adında bir kasabasında, malikane sıfatını her haliyle hak eden bir ev azmanında, babası Sir John Talbot (Anthony Hopkins) ile ikamet eden, ailenin iki numaralı oğlu Ben, esrarengiz bir canavarın saldırısı sonucu öldürülmüştür..

İhtiyar John Talbot'un karısı da uzun yıllar önce benzer bi şekilde öldürülmüş, bu nedenle, o olaydan pek etkilenmiş olan büyük oğlan Lawrence (Benicio Del Toro), malikâneden uzaklaştırılarak Amerika’ya yollanmıştır..




Artık dünya çapında büyük bir aktör olan Lawrence, müteveffa Ben’in nişanlısı olan Gwen (Emily Blunt)'in acı haberi kendisine vermesiyle, koskoca malikânede artık emektar Hintli uşağı Singh (Art Malik) ile baş başa kalakalmış babasının evine, onlarca yıl sonra dönüş yapar..

Kardeşinin vahşice ölümüyle gayet acılı olan Lawrence'ın Blackmoor'a dönüşünün asıl amacı, Ben'in cenaze merasimine katılmak ya da helvasını yemek değil; paramparça edilmiş cansız bedeni görerek, daha da kinlendiği canavar katili yakalayıp, cezasını vermektir..
Bu arada, annesinin ölümüyle birden kesintiye uğramış olan, babası John Talbot'la olan ilişkisini yeniden gözden geçirmek; birlikte yaşanmışlıklarıyla çocuk belleğinde iz bırakan eski, hayal meyal görüntüleri de bir sonuca bağlamak niyetindedir..

Öte yandan, esrarengiz katilin peşinde sadece Lawrence yoktur; her cahil halk gibi, dehşete düşmüş Blackmoor halkı da, kendilerine benzemeyenleri suçlamaya yatkın olduğundan, bu olayların müsebbibi olarak, civardaki arazide konuşlanmış Çingeneleri ve onların dans eden ayılarını görüp, onların üzerindeki baskılarını iyice arttırmaktadır..
Scotland Yard da harekete geçmiş, Londra’da ‘Karındeşen Jack’ cinayetlerini de araştıran müfettiş Frederick Abberline (Hugo Weawing), olayın açığa çıkarılması için, o da 'resmi' kanaldan çalışmalara başlamıştır..




İlk önemli araştırmasını yapmak üzere, gece yarısı dolunay yükseldiğinde ormanlık araziye çıkan Lawrence Talbot'ın korktuğu başına gelir ve o lanetlenmiş canavarın saldırısına uğrar..
Dileğimiz odur ki Lawrence, yaralanmadan kurtulsun.. O zaman mesele yoktur; ancak, böyle bir saldırıda yaralanan zavallı bir insanın önünde ya da kaderinde, biri kısa, biri uzun, iki yol uzanmaktadır..
Kısa yol: Benzer saldırıya uğrayan hemen hemen herkesin başına gelen, anında ölümdür ve en temizidir.. İkinci ve uzun yol ise: Yarası iyileşen, ancak, korkunç lanetin mikrobu kanına karışmış zavallı insanı bekleyen, her dolunayda depreşerek, kendisine ve başkalarına benzersiz acılar yaşatan metamorfozlarla sarsıla sarsıla ilerleyen, bir trajik ömürdür..
Bu durumda, mevzuya uygun olarak: "Kısmet ise gelir Hint´ten Yemen´den, kısmet değil ise ne gelir elden?" diyoruz..

Uyumakta Olan Salt Hayvan

Böylesi bir filmde kendilerine en çok iş düşen sanatçılar, makyajcılar ve özel efektçilerdir.. Ki bu filmde özellikle de başkalaşım sahnelerinde bu işbirliği gayet iyi çalışmış..
Ayrıca, yine öncülüne bakarak, pek de ummadığım yoğunlukta karşılaştığım kan, vahşet ve şiddetin kaliteli estetiğini, yine aynı ekibin başarı hanesine yazabiliriz..

Sir John Talbot olarak, aynı ünvan sahibi Sir Anthony Hopkins'in ve büyük oğulda Benicio Del Toro'nun, rollerine adeta cuk oturan oyunculuklarına laf söyleyenin karşısına, Kurt Adam'dan önce ben çıkarım..

Geçen yıl, Sunshine Cleaning'daki güzelliği ve oyunculuğuyla bendenizi büyülemeyi başarabilmiş (Bunun gerçekleşmesinin ne kadar zorlu bi süreç olduğunu bir bilseniz! Siz de muhakkak bana hak verirsiniz.) Emily Blunt'un oyunculuğu, burada da kusursuzdu.. Kendisine saygılarımla..

'Likantropi', tıp literatürüne dahi girmiş, hayvandan ya da canavardan insana -daha çok- ısırılma gibi direkt temaslarla bulaşan, 'insan-yaratık' karışımı tarzında geçiş formlarıyla tezahür eden, bir nevi hastalık/lanettir..
Mitolojik tarafı da olan bu fiili durumun, sık sık, fantastik edebiyata konu olması, oradan da sinemaya sıçramasından doğal ne olabilirdi ki?
Yarı kurt, yarı insan şeklinde ortaya çıkan, canavarca davranışlarla çevreye zararlı ve yarı-ölümsüz özellikli Kurt Adam, likantropinin en tipik ve en bilinen yaratığıdır..

Hiç şüphesiz ki çoğu fantastik kahraman da -bi şekilde- Kurt Adam'ın akrabasıdır.. Örümcek Adam'ın, onun fazla uzaktan olmayan bir hısmı olduğu söylenebileceği gibi, yeşil dev Hulk'la olan benzerliğinden bile bahsedilebilir..
Yine de hiç kuşkusuz ki Kurt Adam, bu türün -en karizmatik olmasa bile- en ilkel, en tekinsiz, en korkunç, en gizemli ve en vahşi yaratığıdır..




Yönetmen Joe Johnston'ın The Wolfman'i, evrim sürecinin en gelişkin canlısı olarak kabul edip de iman ettiğimiz türümüzün -belki de- en derin ruhsal karanlıklarında uyumakta olan 'salt hayvan'ı, tüm görkemli acizliğiyle ve dehşetiyle bize gösterirken, hiç falso vermiyor..

Yukarıda da değindiğim gibi, kaynak aldığı hikayeyi bozmadan, ama her yönden geliştirerek ele alan bu film, elbette bir başyapıt değil.. Ancak, bir film, ele aldığı -ilginç olduğu kuşkusuz ama kısıtlı- hikayesini, bu denli derlitoplu ve şık bi biçimde anlatıyorsa eğer, elbette başarılıdır diye düşünüyorum..

(Bu da bir son dakika parantezidir: The Wolf Man'i Katya ile seyrettiğim o Alkazar'dan yıllar önce eser kalmamıştı belki ama, yine de 'iyi' filmlerin gösterim merkezi olarak, sinema işlevini bugüne kadar başarıyla sürdürüyordu.. Şimdi o durum da değişiyor ve mekan kapanıyormuş.. Ben de yavaş yavaş hazırlanayım bari.. Belli ki çok geçmeden, kapanış sırası bana da gelecek.)



(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)