Birtakım beş parasız adamlar bile, hoşuna giden her kadını döllemenin şuursuzluğu içinde ve gözleri velfecri okur vaziyette etrafta dolanırken, parayı bulup da biti kanlanmış bir adamı kim tutabilir ki..
Bu
şekil bir adamın 'karısı olma' talihsizliğine uğramış bir
kadına, teselli olabilecek tek kelime -hadi gerçekleri
bıraktım- tek bir yalan dahi uydurmak mümkün değildir..
O
kadının önündeki tek seçenek -ne yazık ki- eski
bir atasözüdür: 'Ya bu deveyi güdersin, ya bu
diyardan gidersin.'
Hakkaten
de böylesine deveden farksız bir erkeğin mağdur ettiği o
kadına -yerinde mimik ve jestleri de kullanarak- yöneltilmiş,
"Senin gibi muhteşem güzellikte, mükemmel bir eş
nasıl aldatılır?" biçimindeki 'teselli yüklü'
bir soru, soyunu devam ettirme iç güdüsünün
hizmetinde debelenen bir erkek gerçeğinin yanında ne kadar
da naif, hatta absürt kalıyor..
Bakın
şöyle söyleyeyim, aldatan belki Brad Pitt idi ama,
Angelina Jolie bile aldatıldı yahu!.
Sevda'yı Takdimimdir
Haza
bir ev hanımı olan Sevda ile özel bir hastanede doktorluk
yapan Cezmi, sekiz yıldır evli genç bir çifttir..
Beş
yaşındaki kızlarıyla birlikte, pek de mutluluk sinyalleri
vermeden, otomatiğe bağlanmış bir vaziyette sürdürdükleri
monoton yaşantıları, bir 'aldatma olayı'yla sarsılıp
hareketlenecektir..
Günahı
boynuna- daha önce ne haltlar karıştırdığını
bilmediğimiz, ancak, fıldır fıldır eden gözlerinden
anladığımız kadarıyla, cerrahlığı dışında, 'işi pişirmek'
hususunda da uzman görünen Cezmi Efendi, aynı hastanenin
muhasebesinde çalışan, Zuhal’le kırıştırmaktadır..
Kocasının
aldığı 'salakça' önlemler hiçbir işe
yaramayacak ve Sevda Hanım, bu vahim duruma uyanacaktır..
Gelişen
olaylarla birlikte, kahramanlarımızı şöyle bi tanıyacak
olursak:
Her
gün yüzüne uyguladığı maskelerle güzelliğini
koruyan, modayı yakından takip ederek, bir giydiğini bir daha da
giymeyen Sevda (Şebnem Hassanisoughi), kocası, çocuğu ve
evinden başka bir ilgi alanı olmadan yaşayıp giden, etrafımızda
örneğine çokça rastlayacağımız bir hatundur..
Yatakta kendisine adeta bir 'şişme bebek' muamelesi yapan kocasından pek de şikâyetçi görünmeyen, kurulu aile düzeninden gayet memnun bu genç kadının, şu sıralardaki tek derdi, lüks bir villaya taşınarak, mevcut konforunu bir üst düzeye çıkarmaktır..
Kocasının
anlattığı doğruysa eğer, bir zamanlar ona boşanmak istediğini
söylediğinde, kendini öldürmeye kalkışan Sevda,
belli ki tüm geleceğini ve hatta yaşamını kocasıyla olan
birlikteliğine zincirlemiştir..
Bu
konuda tamamen umarsızdır..
Bir
yandan her şeyin farkında, öte yandan da çaresiz bir
kabulleniş içerisindedir..
Bu
gerçeği, kendi yaşantısında yapamadıklarını, okulda
arkadaşı tarafından hırpalanan küçük kızından
yapmasını isterken açıkça hissederiz..
Kızına,
kendini koruması gerektiğini, ona vuranlara, aynı şiddetle
vurarak cevap vermesini bağırarak öğütler..
Ancak o kızı
evlendiğinde ve mevzu kocası olduğunda, Sevda'nın aynı biçimde
öğütler vermeyeceğine dair her türlü iddiaya
girebilirim..
Tıpkı,
kızının kocası tarafından aldatıldığını öğrenen
annesinin Sevda'ya verdiği öğütler gibi: Sabırlı
olacaksın, aklını kullanacaksın, aileni, çocuğunu
düşüneceksin, vb..
Ayaklarının altında Cennet olduğu iddia edilen o analarımız -allahın emri üzerine- elin adamıyla everdikleri kızlarına, 'Kocanın iki tabağı varsa birini kır,' öğüdünü boşuna vermemişlerdir yani..
Demek
isterler ki, "Belki kesin bir çözüm değil ama,
herifinin malından, parasından ne kadar çok tırtıklar, ne
kadar fazla harcayabilirsen, onun çapkınlık yapma ihtimalini
de o kadar düşürebilirsin."
Sevda'nın
süper lüks bir villaya taşınma ısrarının altında
yatan en önemli nedenlerden biri de bu olmalı..
Adam borca
girsin de öyle kolayca nefes alamadan, etrafa takılamadan
işiyle gücüyle uğraşsın..
Hâl
böyleyken, -kıskançlık bir yana- kendisini hizmetçili
bir evde konfor içinde yaşatan, üstelik potansiyeli,
mevcudun katbekat üstündeki bir istikbâlin de
güvencesi olan bir adamı, başka bir kadınla neden paylaşsın
ki Sevda..
Kesinleşen
ihanet karşısında, kocasını bir yana ayırır, tüm
dikkatini ve hıncını tek hedefe, tek düşmana odaklayarak
-bir hayalet misali- Zuhal’in yaşantısına -ve de kâbuslarına-
dahil olur..
Zuhal'i
Takdimimdir
'Meşum
üçgen'in diğer kenarını teşkil eden Zuhal (Devin
Özgür Çınar), 'sorumluluktan kaçan bir
nobran' olduğu anlaşılan kocasından boşanmış, solunum
hastalığı çeken biricik oğluyla yaşam mücadelesi
veren, hoş bir kadındır..
Cezmi'nin
de bir süredir ilgisini çeken Zuhal'in, muhatabına
cesaret verici tavırları dikkat çekicidir..
Hiçbir
'normal' erkek, karşısına geçip de manalı manalı
gülümseyen, göz süzerek işmar eden işveli bir
kadını görmezden gelemez; bizim Cezmi ise hiç gelemez!.
Peki,
evli olduğunu bile bile, Dr. Cezmi'ye yönelik ilgisini bariz
bir şekilde ortaya koyan ve adamı 'durup dururken' azdıran bu
kadının derdi nedir?.
Yıllardır
yalnız yaşayan, yatağı ve kalbi boş bir şekilde, orta yaşlılığa
doğru yol alan bir kadın olarak, karşısına geçip,
hayranlıkla bakan, kariyeri itibarıyla ayrıca pompalanan
karizmasıyla da bir 'arzu nesnesi' gibi görünen bu adamdan
-ki gayet normal- etkilenmiş olabilir..
Başka
bir deyişle, aşık olmuş olabilir..
Yalnız tam burada, 'Büyük Sevi Adamı' Aşık Serteli'nin özlü bir sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum..
Ki
şöyle buyurur dev şair: "Evlilik bir pastaysa, aşk da
onun üstündeki süs çileğidir, -hadi olmadı-
kremasıdır.. Oysa onu oluşturan ve ayakta tutan asıl şey,
kremanın altındaki hamursu ya da 'insani' gerekçelerdir."
İnsani
gerekçeler acı da olsa birer gerçektir..
Zuhal'in,
hasta oğluyla birlikte oluşturduğu ve ayakta tutmaya çalıştığı
minik ailesinin maddi ve de manevi bir dayanağa ihtiyacı vardır
belki..
İçinde
bulunduğumuz toplumun, 'dul' bir kadına nasıl bir gözle
baktığını düşünürsek, bu dayanağın sınırlarını
daha da genişletebiliriz..
Kıskançlık
kaynaklıdır belki de tek neden..
Bir
kadın olarak, konforlu evinde, geçim derdi olmadan yan gelip
yatan, -çocuğundan gayrı- hemen hiçbir sorumluluğu
omzunda hissetmeyen, görünürdeki tek sorunu, 'Bugün
ne giysem?' olan o 'mağrur' kadından ne gibi eksiği vardır ki?.
Ona
kalsa, fazlası bile vardır..
Öyleyse,
Cezmi'den payına düşen nimetlerden o da yararlanmalı; o 'tuzu
kuru' hanfendi de, hayatın sillesinden payına düşeni
almalıdır..
Aslında Zuhal, hayat hakkında düşünen ve onu sorgulayan akıllı bir kadındır..
Eğitim
ve öğretimi de sorgularken, "Bize hep gereksiz şeyler
öğrettiler, asıl bilmemiz gerekenlerden hiçbir zaman
bahsetmediler; ne aşktan, ne hormonlardan, ne kıskançlıktan,
ne de yalnızlıktan," derken çok haklıdır..
Ancak,
sanki kendi çok anlıyormuş gibi, "Kadınlar erkekleri
hiç anlamıyor, onları romantizmden uzak zannediyor; oysa
seviştikten sonra arkalarını dönüp uyumalarının
sebebi, tamamen o sırada salgıladıkları gevşetici hormonlardan,"
mealinde konuşurken, ne kadar da yanılıyor..
O
'hormon olayı' büyük ihtimal doğru olabilir, ama amacına
ulaşarak, azdırıcı hormon etkisini -bir süreliğine-
dizginlemiş bir adamın, partnerinin kulağına sevgi sözcükleri
fısıldamasını beklemek ne kadar da ütopik bir davranış..
Hem,
o durumdaki ademoğlunun yatıp uyuması için, hormonlara hiç
de ihtiyacı olmadığını söylemek gayet mümkün..
Binlerce yıllık geleneklerin, törelerin buyruklarının altında ezelden ezilmiş, 'birey' olması engellenmiş bir kadının, hakları için mücadelesi, ne de değerlidir oysa..
Gelgelelim,
ekonomi başta olmak üzere, her açıdan erkeğe bağımlı
kılarak, sömürülmesine hizmet eden bu siyasal ve
sosyal düzenden bekleyebileceği pek de bi şey yoktur kadının;
bir kaç cılız dayanak dışında..
Oysa
filmde de görüyoruz ki, erkeğin elindeki enstrümanların
ise, haddi hesabı yoktur; misal, 'Kadını kadına kırdırmak'
gibi!.
Hem
de erkeğin bu yolda planlar yapmasına gerek kalmadan, dahli bile
olmadan..
Bilinçsizce
davranması bile yeterlidir erkeğin, gerisini kadınlar kendi
arasında -onun için- halledecektir, maalesef!.
Geleceği
karanlık bu yasak ilişkinin, zaman geçtikçe batağa
saplanacağı zaten belliydi..
İhanete
uğramış 'acılı kadın' Sevda'nın amansız takibinin, Zuhal
üzerinde tam bir karabasan etkisi göstermesi ve 'pişman
görünümlü' eski kocanın ortaya çıkmasıyla
bu sürecin hızlanacağı da kesin gibidir..
Cezmi'yi
Takdim Etmeme Gerek Yok Sanki
Kadınları
anlatırken, 'çapkın koca' Cezmi (Erkan Bektaş)'yi de
tanıtmış oldum zaten..
Onun
hakkında başka ne diyebilirim ki, bildiğiniz standart 'erkek'
işte!.
Okuyup
da doktor oldu diye, bi şeylerin değişebileceğini mi sandınız?.
Hiçbir
derinliği olmayan, genellikle iç güdüleriyle,
düşünmeden hareket eden, düşündüğü
nadir zamanlarda da anca yüzeysel takılan, yanlış
girişimlerinin kötü sonucunu tahmin edebildiği halde, ya
işi oluruna bırakan, ya da parasına veya toplumsal statüsüne
güvenerek olacakları iplemeyen bir insan türü işte..
Belli
ki sırf 'skor olsun' diye veya karısının tam tersi, 'başat' bir
karaktere sahip, farklı bir kadınla birlikte olmanın heyecanını
yaşamak için karısını aldatıyor bu adam..
Bir
de utanmadan, iyi zamanlarında kullandığı 'Seni seviyorum'
içerikli söylemi, kadının hafiften yan çizmesiyle,
'Pis orospu'ya dönüştürmesi yok mu; bak şimdi yine
midem bulandı..
Velhasılıkelam, şimdi benim o dünyaca meşhur, 'Son tahlilde, insan kötüdür!' ya da 'Evlilik, her türlü kötülüğün anasıdır!' gibi 'ünlemli' tezlerime girerek, bu yazıyı daha fazla uzatmak niyetinde değilim..
Ancak
film, Zuhal'in ağzından, "Evlilik bazı adamlara göre
değil galiba, belki de hiçbirimize göre değildir,"
derken, olan biten her şeyin asıl nedenini, işte o zaman
söylüyor..
Senaryoyu
kardeşi Şebnem Vitrinel ile birlikte yazan yönetmen Çiğdem
Vitrinel, 'Evli bir çift ve onların arasına giren bir kadın'
formüllü, bin yıllık bir temayı -en azından- bizim
sinemamız bakımından, çok farklı bir açıyla
yaklaşarak irdeliyor..
Kahramanlarına
mesafeli durarak, iki 'rakip' kadın arasında taraf tutmaması ve
onlara yeteri kadar 'söz hakkı' vermesi, özellikle bu
farkı yaratıyor..
Başrollerdeki iki kadın oyuncunun da mükemmel performans gösterdiği filmin, ismi zikredilmesi gereken bir diğer elemanı da, artık mesleğinin zirvesinde gezinmekte olan görüntü yönetmeni İlker Berke'dir..
Onun,
karakterlerin o an beyninden geçenleri göstermek
istercesine tam zamanında devreye giren, yakın plân portreleri ile
makro kadrajlarının işlevselliğini, filmin estetik hanesine, artı
olarak işaretliyorum..
Tam
merkezine kadını yerleştiren film, 'tarafsız' ve 'gerçekçi'
bakış açısını, erkeklere ve de hayata bakarken de
koruyor..
Ayrıca
filmin, bu insani meselenin muhataplarına karşı, duygusal açıdan
nötr kalmamızı sağlayan 'soğuk' yaklaşımı, seyircisini
-her şeyden önce- konu üzerinde derinliğine ve kapsamlı
düşünmeye zorluyor ki, bence bu çok değerli..
Anlatımına, rahatsız etmeyecek boyutta, sembolik unsurlar katan, neredeyse tam bir yetkinlikle derdini anlatırken, 'illa sanatsal olmalıyım' diye kasmayan, ama hakim olduğu sinemasal estetiği de bir an olsun elinden bırakmayan Vitrinel, yarattığı gerilimi eşit bir biçimde yayarak, 'standart' sinema seyircisini bile pek sıkmayacak, bir ilk filme imza atmış..
Böylesi
özelliklere sahip bir kadın yönetmen -her şeye rağmen-
gelişen sinemamız için harika bir kazanç..
Yönetmen:
Çiğdem Vitrinel
Senaryo: Çiğdem Vitrinel, Şebnem Vitrinel
Oyuncular: Devin Özgür Çınar, Erkan Bektaş, Şebnem Hassanisoughi
Yapım: Türkiye, 2011
7 /10
Senaryo: Çiğdem Vitrinel, Şebnem Vitrinel
Oyuncular: Devin Özgür Çınar, Erkan Bektaş, Şebnem Hassanisoughi
Yapım: Türkiye, 2011
7 /10
(İşbu
-ilavelerle genişletilmiş- yazı, 'kültür mafyası
dergisi'nin Ekim 2012 tarihli sayısında yayınlanmıştır)