16.4.13

32. İstanbul Film Festivali'nde Yarışan En İyi Altı Film


Bu yılki festivali -pazarları hariç- her gün 'Kadıköy-Beyoğlu-Kadıköy' seferi yaparak ve -sadece- yirmi yedi adet film izleyerek bitirmiş bulunuyorum..

Bu hususta, pek değerli sinema yazarı sayın A.Ulvi Uyanık'ın tavsiyelerine -işime geldiği için tabii- uyduğumu ve skor yapmak için değil de kendim için bir program yaptığımı belirteyim..
Bu arada beklenen de oldu tabii ve size görmeniz için -hem de utanmadan- önerdiğim on iki filmden de sadece beşini izleyebildim..

Sonuçta, yorgunum ve mutluyum..
Yorgunluğum yaşlılıktan!.
"Bunu biliyoruz da, mutluluğunun kaynağı nedir?" derseniz.. 
Hem bir festivalin daha kuyruğuna yapışıp -şöyle bi- havalanmak, hem de öyle fazla kötü filme rastlamamak ve tüm yıl boyunca beynimi uyuşturan 'ticari' filmlere, bir süreliğine de olsa ara vermek..

Bu son durum gerçekten önemli..
Süresini, kendini sıkmadan ve sadece kendisi için kullanan, boşlukları doldurmak için habire aksiyona abanmayan, şu kesimden şu kadar seyirci, şu seyirciden şu kadar 'money' hesabına girmeyen bu türden filmleri izledikten sonra beynimin adeta rahatlayıp kendine geldiğini hissettim..


Ancaak.. Bu arada, eski cevval halimden eser kalmadığını da, sıra bunları yazmaya geldiğinde gayet net anladım..
İzlediğim tüm filmler hakkında -en geç ertesi gün- yazabildiğim o acayip günleri hatırlayarak, kendi kendime şaştım..
Bu arada, izlediği her film hakkında kısa kısa notlar karalayan, 'genç ve güzel' sinema yazarlarını da kıskandım tabii..

Sonuçta, bu hususta fazla yapacak bir şeyim olmadığını gördüm ve Ulusal Yarışma ve Uluslararası Yarışma'da ilk üçe lâyık bulduğum altı adet filmin tanıtımlarına -ben de- kısa kısa notlar iliştirerek, durumu idare etmeye çalıştım..
Buyursunlar..


Uluslararası Yarışma






1. Parde / Perde / Closed Curtain


Yönetmen: Cafer Panahi & Kambuzia Partovi


"Mekân, pencereleri siyah perdelerle örtülmüş, deniz kenarında bir villa. Burada yaşayan senarist ve köpeği, önce ısrarlı, kaçak bir çift, sonra hırsızlar, ardından da Cafer Panahi´nin kendisi tarafından ziyaret edilir. Hepsi tutsaktır, villanın içinde ya da zihinlerinde."

'Film yönetmeme ve yapımcılık yapmama' gibi -hem de üretken- bir sinema yönetmenine verilebilecek en ağır cezaya mahkûm Cafer Panahi'den -Kambuzia Partovi'nin yardımcılığında- sahip oldukları türlü olanaklara karşın, doğru dürüst bir iş çıkaramayan sinemacılara ibretlik bir ders, onun dehasına hayran sinemaseverlere ise harika bir armağan..
Pencereleri kara perdelerle örtülü bir yazlık villada ya da her türlü karanlığı reddeden, ışıl ışıl bir zihnin içinde toplaşan, senarist ile köpeği, polisten kaçan bir genç kız ile bir genç erkek ve bizzat yönetmen Panahi'nin kendisi ve de bir kaç kişi daha..
"Eğer zekiyseniz, İran’da film çekmenin bir yolunu bulabilirsiniz," diyen yönetmen, ev içinden çıkmayan, en fazla, pencere demirlerinin arasından dışarıya bakabilen 'kısıtlı' bir kamerayla filmini oluştururken, -filmin 'sanal' yapısını, 'gerçek'le bozmak da dahil- kendine has sanatsal yöntemleri zekice kullanarak mükemmel bir iş ortaya koyuyor..
Yeterince politik, alabildiğine de insancıl ve hayvancıl..






2. Boven is het stil / Her Şey O Kadar Sessiz Ki / It's All So Quiet


Yönetmen: Nanouk Leopold


"Elli beş yaşındaki Helmer, bir gün yaşadıkları çiftlik evinde yatalak babasının yatağını üst kata taşır. Oğlunu hâlâ başarısızlıkla özdeşleştiren yaşlı babanın sağlığı gitgide kötülemekte, her ikisi de yaklaşan ölümü hissetmektedir."

Çevresindeki birkaç kişilik dünyasında bile asosyal kalabilmiş bir adam, tüm sıkılmışlığına ve sıkışmışlığına karşın, aksi yönde bir çaba içine girecek gibi de görünmemektedir.. 
Peki, bir zamanlar ölen kardeşine çok daha değer verdiği anlaşılan babasının çok yakınında gezinen ölüm gerçekleştiğinde bir şeyler değişecek midir?.
Sanmıyorum..
Yoksa -toplumun tercih etmediği- cinsel tercihi midir, onu böyle hayattan soğutan?.
Bir ihtimâl..
Oysa bu tercih konusunda hiç de yalnız değildir ki..
Helmer'in özel durumuna ek olarak, onu canlandıran Jeroen Willems'in geçen Aralık ayında hayatını kaybettiğini öğrenince, hüznümüzü ikiye katlayan film, sürekli sorular sorarak ilerleyen, kendimizce verdiğimiz cevaplar konusunda sağlama yapmamıza dahi izin vermeyen bir yapıya sahip.. 
Olağanüstü hiçbir şeyin gerçekleşmediği, olağan şeylerin de yatağında usulca akan bir dere gibi olup bittiği, adına yaraşır sessizliği sürekli korumaya yeminli, mükemmel bir minimal sinema örneği..






3. Nairobi Half Life / Yarım Kalan Hayat


Yönetmen: Tosh Gitonga


"Mwas, oyuncu olma hayalleriyle, Kenya´daki küçük bir köyden, 'altın fırsatlar şehri' Nairobi´ye gelir. Kimseyi tanımadığı büyük şehirde bir başına kalan Mwas, hayallerinin peşinden giderken hızlıca suç dolu bir dünyanın içine çekilecektir."

Doğduğundan beri hep kendisine kazık atmış, halâ da atmaya devam eden 'kalleş' bir hayata rağmen, iyimserliğini ve gülümsemesini asla yitirmeyen, Kenyalı genç bir oğlanın, çarpıcılığı şedit öyküsü.. 
Hayalleri önde, kendisi hemen arkasında, 'fukara' köyünden, 'taşı toprağı altın' Nairobi´ye varan bu oğlanı, o meşhur 'köyden indim şehre' olgusu, bir yandan şaşkaloza çevirirken, öte yandan bir olgunlaşma da yaratacaktır tabii..
Kenya´nın Oscar adayı olan film, bazı yerlerde sırıtan, amatörce naifliğine karşın, hemen her çeşit insani duyguyu içeren çok geniş paletiyle oluşturduğu etkileyici atmosferiyle de bir ustalık gösterisi sunuyor..
Suç ve pisliğin diz boyunu aşıp boğaz seviyesine geldiği bir yeraltı dünyasıyla haşır neşirken, bir aşkı tüm masumiyetiyle hissedebilen ve de içindeki ateşi bir an bile sönmeyen oyunculuk sevdasıyla, birbirine tamamen zıt iki dünyayı aynı anda yaşayan bir gencin bu inanılmaz öyküsü, gerçek ile tiyatro oyununun paralelliğinde, gayet ustaca ortaya konuyor.. 



Ulusal Yarışma






1. Sen Aydınlatırsın Geceyi


Yönetmen: Onur Ünlü


"Göğünde iki güneşi olan bir kasabanın sakinlerinden olan, duvarların içinden geçebilen Cemal´in, hayattan bir beklentisi kalmamıştır. Nesneleri parmağıyla oynatabilen Yasemin de kendine bir çıkış yolu ararken, zamanı durdurabilen Defne bir süre sonra işlerin iyice karışmasına sebep olacaktır."

Onur Ünlü, kendi 'tuhaf' kafasında yeniden yarattığı ya da kendi paralel evreninde yeniden inşa ettiği küçük bir Anadolu kasabası dekorunda, 'endişeden ibaret' insanın varoluş sıkıntısına, ateşle yaklaşıyor, hatta bir de üstüne defalarca şarjör boşaltıyor..
Herkesten 'farklı' özelliklere ya da 'özel' güçlere sahip olmanın, insanı ancak bir yere kadar 'oyalayabileceği'ne dikkat çeken film, önünde sonunda her insanın, kendi kadim yolculuğunda yalnız ve çaresiz kalarak, bir çıkış yolu aramakla meşgul olacağına da işaret ediyor..
Ne yapacağını ya da ne yapmayacağını gayet iyi bilen, ama nasıl yapacağını sanki hemen o anda kararlaştırmışcasına doğal ve 'kolay' bir yönetmenlik gösterisiyle ortaya koyan Ünlü, çok belli ki artık, yaratıcılığının zirvesinde dolaşıyor..
Absürtün, adamı gerçekten berbat bir uçuruma düşürmesi an meselesi olan o bıçak sırtında, duble yolda gider gibi at koşturan bu 'inanılmaz' adamdan korkulur yahu!.






2. Yozgat Blues


Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun


"Yavuz bir yandan belediyenin açtığı müzik kursunda hocalık yapmakta, bir yandan da AVM´lerde eski Fransızca şarkılar söylemektedir; kurstan öğrencisi Neşe ise marketlerde ürün tanıtımı yapmaktadır. Yavuz, aldığı bir iş teklifi üzerine Neşe´yle birlikte Yozgat´a gider. Önceleri, bir berber kalfası olan Sabri ve onun radyocu arkadaşının da destekleriyle programın tanıtımı için çok uğraşsalar da yaptıkları müzik yerli halkın pek ilgisini çekmez. Yavuz devam etmek için Neşe´den güç alırken, Neşe´nin ilgisini çeken başka hayatlar vardır."


Belli ki zamanında da pek başarılı olamamış, ama yine de sevdiği ve -kendini bir milim geliştirmese bile- iyi yaptığına inandığı işinde istikrarını koruyan, orada bulunmaktan daha memnun olduğunu sandığımız iç dünyasının izin verdiği ölçüde 'dışarıyla' da ilgilenebilen bir 'tuhaf' adamın, 'hüzünlü' Yozgat macerası..
Orta yaşı gerilerde bırakmaya başlayan bu adamın, tek başına sürdürdüğü hayat yolculuğuna -kendisiyle pek de uyuşmayan- dışa dönük ve yeni heyecanlara açık karakteriyle, önüne çıkacak fırsatları değerlendirmeye teşne genç bir kadın, eşlik etmeye başlar..
Bu türden insanların, içe dönüklüğüyle etrafa yaydığı, 'kimseden, hiç bi şeyden etkilenmez, sevmez, bağlanmaz' izlenimi, ne kadar da yanıltıcıdır..
İnsana ve hayata dair duyarlı duruşunu, gayet başarılı eserlerle ortaya koymayı sürdüren Mahmut Fazıl Coşkun'u kutluyor ve onun ilk filmi olan Uzak İhtimal'i yorumlarken kullandığım, 'Hayat kadar tatlı, hayat kadar acı' tespitimi, bu film için de öyle fazla değiştirmeden yeniliyorum: Hayat kadar neşeli, hayat kadar hüzünlü.. ya da blues..






3. Karnaval


Yönetmen: Can Kılcıoğlu


"36 yaşındaki Alis, babası onu evden kovunca arabasında yaşamaya başlar. Sokakta tıraş olur, annesinin arabasına getirdiği yemekleri yer, onun gazetede işaretlediği iş ilanlarına başvurur. Sonuç alamadığı iş görüşmelerinden sonra bir gün kendini evden eve "Karnaval" halı yıkama makinesi pazarlarken bulur. Bir gün, babasının düğün salonunda çalışan Demet´le karşılaşır. Annesi öldüğünden beri babasıyla yaşayan Demet´in en büyük hayali, motosikletine atlayıp İstanbul´a gitmek ve orada bir pastane açmaktır."


Binbir uğraşla büyütüp de bu günlere getirdiği sevgili oğlunu ve sevgili işini bir arada tutmaya, vakti geldiğinde de bu 'aile mesleği'ni, tamamen oğluna devrederek emekli olmaya yeminli bir baba ile bu emrivakiden sıkılmış 
-beceriksizliği had safhada olduğu halde- kendi ayakları üstünde durmanın umarsız planları içinde tökezleyen bir oğlanın 'gizli' mücadelesi..
Ve kader, geçkince yaşına rağmen, saflığını hiç yitirmemiş bu iyi insana gülümser gibi olacak; babasına ve onun işine, kendisini göbekten bağlamış bir güzel kızın kalbine girmeyi başaracaktır..
Bu ilk filmiyle tanıştığım, senarist-yönetmen Kılcıoğlu'nun, hem -sinemamızın büyük eksikliklerinden- 'sahici' diyaloglarla süslü, mizahı yoğun kaleminden, hem de ustalığa -neredeyse- ramak kalmış yönetmenliğinden çok umutlandım..
Dikkat!. Abartıyorum: Karnaval, Türkiye'nin 'yüzde yüz yerli ve organik' ilk romantik komedisidir..
Oyunculukların tamamı iyiydi de, filmi alıp götüren Serdar Orçin, başka bi iyiydi.. O da değil de benim 'Gönül Oscarım', olağanüstü bir performansla anneyi canlandıran, İpek Bilgin'e gitti..