20.4.13

“Ene'l Hakk!” Deyu Bağıran Katil


Kadıköy'den bindiğim vapurdan Beşiktaş İskelesi'nde inmiş, bir filmin basın gösteriminin yapılacağı Feriye Sineması'na vasıl olmak üzere rotamı Ortaköy istikametine ayarlayarak yürümeye başlamıştım.. 
Kulaklarım, telefonun müzik haznesine bağlı kulaklıklarla dış dünyaya sağır vaziyetinden memnun, gülümsüyor; gözlerim de, dinlediğim müziğin video klibinin -o an etrafımda beliren her türlü malzemeyle gerçekleştirdiğim- çekimiyle meşgul, parıldıyordu..
İskeleden henüz uzaklaşmıştım ki sırtımın sancak tarafında bir darbe hissettim.. 
Etrafım, benim gibi yürüyenlerle çevrili olduğundan, durumu yanlışlıkla oluşan bir çarpma olarak değerlendirip, yoluma aynen devam ettim.. 
Az sonra sırtımın iskele nahiyesine ilkinden daha sert olarak inen darbeyle birlikte, bunun bir tesadüf olamayacağını düşünmeye başladım.. 


Hemen akabinde başaltıma isabet eden şiddetli bir çarpmayla birlikte, konuyla ilgili kararımı da artık vermiştim: Eşek şakasıyla iletişimi tercih eden bir arkadaş, beni arkadan takip ediyor olmalıydı.. 
İnat edip, uzun bir süre arkamı dönmediğimden, hayvani bir refleksle bana kızıyor, bu yüzden her darbesi daha da şiddetleniyordu.. 
Aslında bir adım fazla atıp yanıma gelerek kendini gösterebilir ya da seslenebilirdi.. 
Ama o, bunları düşünebilecek kadar izan sahibi biri değildi.. 
'İçgüdülerinin emrine ezelden amade bu şahıs kim olabilir?' diye düşünür düşünmez, cevabı bulmuştum.. 
Şimdi o kişinin adını vererek, buradan rencide etmek istemem.. 
Hoş onun böyle bir hassasiyeti olmayacağını da gayet iyi biliyorum ama olsun, insanlık yine bende kalsın..
Peki ben neden arkama bakmadım.. 
Böylesine ilkel bir espri anlayışı olan kaba bir adamla sabah sabah muhatap olmanın yıkıcı sonuçlarına katlanamayacağım için mi?. 
Evet, bunun da bi doğruluk payı elbette var ama, o inadımın asıl nedeni, kulaklıkla müzik dinliyor olmamdı.. 
Tabii ki aynı kafadaysak- siz de kolaylıkla bana hak vereceksiniz ki yalnızlıktan hoşlanan, gideceği uzun mesafeleri kulağındaki müzikle aşmaya bayılan bir insana yapılabilecek en büyük kötülük -tam bu durumdayken- onun yanına yanaşmaktır.. 
Hele ki o yanınıza gelen kişi, hiç de hoşlanmadığınız, hatta ismini bile bilmeden sadece selamlaştığınız biriyse ve üstelik sizinle aynı hedefe doğru daha bi yarım saat yürüyecekse!. 
İşte o an beni bulunduğum yere gömseler -yemin ediyorum- gıkım çıkmaz..

Tabii ki sağlığımı da düşünerek sonunda arkamı döndüm ve yanılmadığımı anladım.. 
Elinde salladığı bir naylon torbayla sırıtıp duran 'sevgili' arkadaşımın o gül yüzünü görmüş, içim kararmıştı.. 
Gülümsemeye çalışan dudaklarımın arasından küfrün en daniskalarını saydırıyor, içimde yanmakta olan nefret ateşini bu şekilde söndürmeye çalışıyordum..
Uzun süredir görüşmediğimizden ya da içine acayip dert olduğundan olsa gerek, lafı, dergimize ve benim burada yazıyor olmama getirdi.. 
"Vay be!. Daha dün Ekşi'de entry kasarken, şimdi koskoca bir kültür sanat dergisindeki köşene kurulmuş, yazı döşeniyorsun," dedi.. 
Tamam, epeyi bi kıskançlık kokuyordu bu sözler, ama öte yandan bir haklılık payı da vardı doğrusu.. 
Halâ ve şu 'sanal zamanlar'da dahi matbu bir ortamda yazın çıkmıyorsa eğer, sen yazardan sayılmıyorsun.. 
Oysa, Ekşi'de de yazsam, Tatlı'da da yazsam ben yine aynıyım ve yazılarımın özü de aşağı yukarı hep aynı yahu!. 
Farklı olan ne, yazılarımın basılı bir dergide çıkıyor olması.. 
Anlayacağınız, artık bir etiketim, daha doğrusu bir 'çerçeve'm var.. 
Bu tıpkı, geçen ay idrak ettiğimiz !f Festivali'nde gösterilen belgesellerin durumunu andırıyor.. 
Televizyonda yayınlansa kimsenin başını çevirip bakmayacağı, hatta ücretsiz gösterim yapılan belgesel festivallerinde dahi ilgi görmeyecek; ama, çerçevesi
!f'li, ortamı cafcaflı olduğunda, insanların -hem de üste para ödeyerek- salonlara koşturduğu filmler..
Uymadıysa bir örnek daha: Bir inşaat alanındaki, yıkılan eski evden kalma iki kova dolusu molozu alır, yanına da mesela 'Home Sweet Home-Mixed Materials' biçiminde bir etiket koyarak, 'enstalasyon işi' hesabı bir galeride ya da bir bienalde sergilersen, o moloz da olur sana bir yüksek sanat yapıtı.. Yanılıyor muyum?. 
Bakın size bu konuyla ilgili bir anımı anlatayım da kaçayım: İstanbul Bienali olmalı.. 
Verdiğim örneğe benzer bir 'İş'e -yakından incelemek bahanesiyle- iyice yaklaşmış, irice bir çakılı, arkadaşlarından ayırarak cebime atmış; sonra da onu, mekânın dışındaki bir sokağın çamurlarına bulanmış vaziyette yerlerde sürünen hemcinslerinin yanına fırlatmıştım.. 
Bu benim tuhaflığım da olabilir; ama o an kendimi Tanrı gibi hissettim.. 
O kadar harika bir duyguydu ki bu, siz de yerimde olsaydınız, inanın aynı şeyi defalarca yaşamak isterdiniz.. 
Resmen bir taşın kaderini değiştirmiş, onu, bir müzenin koleksiyonundaki saygın yaşantısından kopararak, pis bir sokakta ölüme terk etmiştim..
Evet yine merak ediyorum: Kurbanı son nefesini veren bir katil de o an, “Ene'l Hakk!” deyu kendinden geçiyor mudur acaba?. 
Siz hele bi durun, ben şunu da bir deneyeyim..




(İşbu yazı, 'kültür mafyası dergisi'nin Mart 2013 tarihli sayısında yayınlanmıştır)