23.4.13

Yılmaz Erdoğan: İçimdeki senarist ne derse o yöne gidiyorum


Yılmaz Erdoğan’ın KELEBEĞİN RÜYASI filmi hem uluslararası hem ulusal yarışmada yer alıyor. Konusunu gerçek hayattan alan film, genç yaşta vefat eden Zonguldaklı iki şairin, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip’in hayatını anlatıyor. 1940’larda geçen filmin yönetmeni, sorularımızı yanıtladı.


“Her aşktan geriye kaç şiir kalır ona bakalım” mısrası ile başlayalım. Bu film, sizde hangi şiirleri, hangi tortuları bıraktı?

Az önce bir mesaj aldım. Trabzonspor taraftarları tribüne “Mediha kadar hastayız, Rüştü kadar âşığız sana!” yazmış! (gülüşmeler) Bu film, benim bildiğim kadarıyla şiir ile kitleleri ve milyonları yan yana koyan ilk çalışma oldu. İkisi aynı cümlenin içinde hiç geçmemişti. Belki de doğası gereği. Rüştü ve Muzaffer’in şiir kitaplarını en çok satanlar rafında görünce, kendi kendime “vazife tamamlanmıştır” dedim.


Çalışma süreciniz yedi yıla yayıldı. Bu süreçte çıkış noktanız ile vardığınız nokta çok değişti mi?

Bu çok özel ve trajik bir hayat hikâyesi. Genç yaşta ölenlerin filmini yapmak istemedim hiç. Bundan nasıl bir film çıkar? Şiir gibi zor bir malzeme nasıl dramatize edilir? Bu soruları sordum hep. Bazı şair filmlerinde hiç şiirinden söz etmeden hayatı anlatılır. Oysa ben şiirlerin de başrolde olmasını istedim. Projeyi riskli hale getiren de buydu. Hayatlarından bir melodram çıkarmak kolaydı, zor olan şiiri anlatmaktı ve bunu oluşturmak zaman aldı.

Başından itibaren türünüzün, film dilinizin böyle olmasını tasarlamış mıydınız?

Evet, ben ironi anlatıcısıyım, ne anlatırsam anlatayım yolum ironi. 1940 Zonguldak deyince de onu göstermeniz gerekiyordu. Kapalı mekânlarda çekilecek bir dönem işi, dönemi boğuntuya sokan bir film hayal etmedim hiç.

Açılışınız çok uzun bir plan sekans, senaryoda da böyle mi hayal edilmişti?

Daha önceden de, uzun tek planım vardı, üç dakikalık Vizontele Tuuba’da. Aslında setten bir gün önce karar verdim. Sahneyi plan sekans olarak, bir de kesmeden çekelim, dedim. Yarım gün prova, yarım gün çekimle kotardık. Programda üç gün ayırmıştık. Zonguldaklı figürasyon o kadar iyiydi ki inanılmazdı. Çok iyi bir algıya sahiplerdi. Bu projeye has bir destekti sanırım. Rüştü ve Muzzaffer’den dolayı.

Plan sekans biraz da yönetmenin becerisinin göstergesidir. Sizce, bir yönetmenin sanatını iyi icra edebildiğinin kanıtı filmin neresindedir?

Açılıştan sonra bir ortaya, bir de ileriye birer tane daha plan sekans koysaydık, yönetmen egosunu öne çıkarsaydık bu filmi zedelerdi. Filmle seyirciyi baş başa bırakmak gerekiyor. Yönetmen çok öne çıkmadan sanatını ince ince dokumalı diye düşünüyorum. Ne yaparsak yapalım, istersen kendi evinde çek, istersen triyonlar harca, bir duygu yaratma, duygu değişimleri yaratma peşindeyiz. Bunu beceremezsek, olmaz. Seyirci reji izlemez. Aslında hepimizin ne yapacağını söyleyen senaryodur.

O halde iyi yönetmen, iyi yazar ve iyi senarist midir?

Bence iyi anlatıcı kavramı hepsini birleştiriyor. Bir şey anlatıyoruz. Şov yapmıyoruz. Seyirci 10-15 dakika sonra filmin gerçeği içinde kaybolur. Egoist bir yönetmene karşıyım.

Egoist bir yönetmen olamazsınız, keza aynı zamanda oyuncusunuz. Sizin oynadığınız sahnelerdeki dış gözünüz, gizli yönetmeniniz kimdi?

Görüntü yönetmenimiz Gökhan Tiryaki. Çok dürüst bir adamdır. Sette hiçbir siyaseti yoktur, neyse onu söyler. Zaten sinema setinde oyuncular hep birbirine sorar: “Nasıl, oluyor mu?” diye. Ben de soruyorum çünkü en iyi hisseden kişi karşındaki oyuncudur. Birbiriyle çok iyi bir sinerji kuran bir ekiptik. Gerçi bu her filmde hep söylenir ama gerçekten öyleydik.

Evet, setten çok önce başrol oyuncularınız Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ ile aile gibi olduğunuzu biliyoruz.

Filmdeki usta- çırak ilişkisi gerçek hayattaki usta- çırak ilişkisinin bir yansıması oldu. Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ ile 4-5 ay boyunca uzun sohbetler, şiir okuduğumuz geceler paylaştık. Hatta canlı şiir yazma seansları yaşadık. Şairlerin hayatını okuduk. “Alın kâğıtları, 15 dakikanız var, şiir yazın” diyordum. Seyircinin zihnindeki o paslanmış, şairene şiir imajını yıkmak gerektiği için, bunu önce ekibin ve oyuncuların zihninden atmak istedim. Ekiple sert bir toplantı bile yapmıştım. “En son ne zaman şiir okudunuz, delikanlı gibi söyleyin!” demiştim.

Mert Fırat’ın yazar/senarist yönü olduğunu biliyoruz ama Kıvanç Tatlıtuğ da şiirler yazdı mı?

Yazarlığı yok ama yazarı oyna dersen hemen üç ayda, yazarı oynayacak zemin yaratabilecek kadar güçlü sezgilere ve reflekslere sahip bir oyuncu. Aslında ilk gösterimden sonra ne kadar iyi oynadıklarını değil de ne kadar şaşırttıklarını tartıştı seyirci. Çünkü bu filmin çekileceğini duyunca, afişi görünce, herkes kafasında bir film çekiyor. Sonra gidip, bizim çektiğimizi izliyor. Eğer kafasındaki filmi çekmediysen “neden benim hayal ettiğim filmi çekmedin” diye düşünüyorlar. Biz de seyirci davranışı gösterdiğimizde aynı tepkiyi verebiliyoruz.

Oyuncunuz için “sezgileri kuvvetli” dediniz ama sizin de yönetmen olarak sezgileriniz kuvvetli olsa gerek ki, onların role uygun olacağını görmüşsünüz.

Mert Fırat ile tanışmıyordum, çalışmamıştım daha önce. Mert Fırat, Rüştü’ye çok benziyor. Resimleri yan yana koyunca benzerliği fark ettim. Yine de herkesin şansını denemesini istedim ve geniş bir kast çalışması yaptık. Çoğu çok iyi oyuncuydu ama aradığımı bulamadım. Sonra Kıvanç ile benim yazdığım başka bir yönetmenin çekeceği bir film için görüşme yaparken, “bir de benim şairler var” diye bahsettim. Çok ilginç bir tepki gösterdi, çok ilgilendi. Ertesi gün gitmiş, hemen araştırmış. Onun coşkusu ciddi bir motivasyon kaynağı oldu. Ancak 20 kilo vermesi gerekiyordu. Rolü verdikten sonraki işte o demin anlattığım üç-dört aylık süreç de çok keyifliydi. Keşke yazılı bir kaynağımız olsaydı, belki “aktör nasıl hazırlanıyor,” kitabı bile olabilirdi.

Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip’in ailelerin filme yorumları neler oldu? Gerçekler ve kurmaca farkları üzerine neler söylediler?

Mediha karakteri İstanbul’a gelince bilgi kaybolmuş. Zonguldaklıların da irtibatı yoktu. Prodüksiyon bitmişti, senaryo dokuz kere yazılmıştı. Ancak o zaman Mediha karakterinin kardeşini, Sabahat Abla’yı bulduk. Cenaze fotoğrafları bile vardı. Rüştü evlendi mi, nişanlandı mı tartışmalıydı. Kardeşi düğün fotoğraflarını gösterdi. Sanatoryumda değil de gemide tanışmışlar. Ancak elbette gerçek hayatı biraz büktük. Behçet Necatigil’in kızları da şunu sordular: “Bizim babamız çok sakin bir insandı, sakin sakin şiirler yazdı. Kitlelerle yan yana nasıl olacak? Siz oynayacaksınız, Kıvanç Tatlıtuğ oynayacak. Emin misiniz?” dediler. Geçenlerde de bir gazetede okudum, “Yılmaz Erdoğan çekmese, Kıvanç Tatlıtuğ oynamasa bu şiirin filminin iki milyon yapması bir devrim alameti olurdu,” demişler.

Bu kadar ironi onların gerçek hayatında da var mıymış? Yoksa bu bir Yılmaz Erdoğan filmi olduğu için mi işin içine ironi girdi?

Evet, yazılarında şiirlerinde hep ironi var. Çok neşeliler. Hep sokaktalar. Aslında ben az anlattım ama Rüştü’nün çapkın olduğu bilinen bir şey, herkesin dilinde. Çapkınsa şakacıdır. Ölümle de çok dalga geçmişler. Bir adam kendi kusuruyla fazla dalga geçerse, kusursuz insanları bu çok rahatsız eder.

Bir Zamanlar Anadolu’da da Nuri Bilge Ceylan’ın oyuncusu olmak, bir de onun setini görmek size neler kattı?

Ondan hiçbir şey almadıysam dört kişi aldım: Görüntü yönetmeni, kurgucu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Taner Birsel (gülüşmeler). Filmden önce aslında dostluğumuz ve karşılıklı etkileşimimiz başlamıştı. Profesyonel oyuncu kullanmak konusunda tereddütleri vardı. Ben çok üzerine gittim. Bence iyi oyuncu hayat kurtarır, dedim. Sonra, “iyi deneyelim”, dedi. Memnun kalmış olacak ki profesyonel oyuncularla çalışmaya devam ediyor ve teşekkür de ediyor. Benim için teknik açıdan da önemli bir deneyimdi. İlk defa o sette dijital kamera ile çalıştım. Öğrendiğim çok şey oldu.

Setteki karakterleriniz farklı mı?

Karakterlerimiz farklı olduğu için setteki yönetmen karakterimiz de farklı Sadece tek bir şeyde benzeşiyoruz. İkimiz de istediğimizi alıncaya kadar ne gerekiyorsa yapıyoruz, ama ne gerekiyorsa. Onun için 72 kere çekmek gerekebilir, ben o kadar sabırlı değilim, ben durup toplantı yapabilirim.

Bu filmin yeri ayrı mı sizin için? Vizontele Tuuba ve Neşeli Hayat’tan sonra bunu farklı bir yere koyanlar oldu keza.

Eleştirmenlerin değerlendirmelerine bakarsak, Neşeli Hayat’ı da farklı bir yere koymuşlardı. İnşallah hep her yeni yaptığım iş için böyle denir. Öyküler birbiriyle kıyaslanamaz. Prodüksiyonlar karşılaştırılabilir. Elbette bu, en uzun sürede çektiğim prodüksiyon anlamında en zor filmim. Bundan sonra böyle devam edeceğim diye bir kararım da yok. Yani, umarım yoktur. Böyle giderse bütçe dayanmaz çünkü. Ben birkaç kişiye bölünmüş bir adam olduğum için, içimdeki senarist ne derse o yöne gidiyorum.

Peki, Türkiyeli seyirci için yazıyorum ya da yurt dışı festivalde de yer alabilir gibi algılarınız var mıydı?

Ben hep kendime yazıyorum. Sonra, montaj odasında yeniden bir ritme koyuyorsun filmi ve o noktada seyirci oluyorsun. Mesela mükellefler geçerken, acaba kız sorsa mı “bunlar nedir?” dese mi diye çok düşündüm. Ancak seyirciye güvenirim. Seyircinin işini kolaylaştırmakla filmde estetik olmayan bir takım izahlarda bulunmak arasında bir sınır var. Bu konuda bazen kararsız kalabiliyorum ama çoğunlukla izah etmemeyi seçiyorum.

Mükellefler demişken, 1940’lar, o dönem, o dönemin toplumsal ortamını, siyasi iklimini daha fazla yansıtma konusunda kararsızlık yaşadınız mı?

Bizim filmimize kadar mükellefiyetler bir filme konu olmamıştı. İnsanlar görünce daha çok işlenmeli diye düşündüler. Filmin genel olarak yapısı bu hayatı kelebeğin rüyası olarak algılayan iki şairi anlatıyor. Kelebeğin rüyası diyen adam, siyaseti, politikayı ciddiye almaz. Onların bakış açısı, benim kameramı belirledi. Mükellefiyetin ne olduğunu görmesini istedim seyircinin, onu yapanlardan nefret etmesini amaçlamadım. Seyircinin ne düşüneceğine karar vermem. Hangi konuda düşüneceğini yönlendirebiliriz ancak.

Yurt dışında, yabancı dilde bir film çekme planınız var mı?

Bergman’ın kitabında da benzer bir konu geçiyor. Her on yılda bir bu aynı soru karşısına geliyormuş ve hep “nasipse, kısmetse, yazılırsa” falan diyormuş. Sonunda da diyor ki “Benim dilim bu” Ben de bu dilin anlatıcısıyım ama çekilir mi çekilir de… Çok da büyük bir mesele değil.

İstanbul Film Festivali’nde olmak neler hissettiriyor size?

Evet, şimdi yarışıyoruz ve “vay be nereye geldi iş!” diyorum kendi kendime. İstanbul Film Festivali eski sevgilimiz bizim. Elimizde programlarla sabah 12.00’da Avrupa Yakası’nda film izleyip, Anadolu yakasındaki seansa yetişirdik. İlk İstanbul’a geldiğimde Beyoğlu’ndaydım. Beyoğlu benim yurdumdu. Orada, Emek Sineması’nda çok anım var. Beraber gidilen sevgililer. Üst fuayede içilen çaylar. Bütün arkadaşlarıma, Emek Sineması ile ilgili yapılan bütün protestolara katılıyorum. Kültürel bir çirkinlik bu. Burayı yıkanlar da ah aldı, keşke yapmasalardı. Keşke hâlâ bir imkân varsa geri dönülse.

Ulusal yarışmanın yanı sıra uluslararası bölümde de yarışıyorsunuz?

Bu film başından beri kendi kendine uluslararası bir noktaya kavuştu. Seyredenlere Amerikan filmi, Avrupa filmi dedirtti. Aslında post- prodüksiyonda birkaç Fransız arkadaştan başka yabancı kimse yoktu ekipte.





Röportaj: Ceyda Aşar



(İşbu röportaj 32. İstanbul Film Festivali için yapılmış olup, İKSV sitesinden alınmıştır)