Belki
siz de fark etmişsinizdir- vapurlara fena takılmış bir adamım
ben..
Taşıt olarak çok kullandığımdan mı..
Sanmıyorum..
Mesela -ayaklarım da dahil- bacaklarımı, vapura kıyasla daha
yoğun kullanıyorum; ama, onlara dair bir yazı yazmak, hiç
de içimden gelmiyor doğrusu..
Bu konuda beni sadece
İstanbul'da doğup büyüyenler anlar; hele ki vapurlarla
haşır neşir olacak denli kıyılara yakın durmuş çocuklar,
daha da bi fazla..
İyi-kötü anılarımızdır bizi bir
şeylere, bir yerlere bağlayan..
Vapur için de öyle
olmalı; o denizi köpürttüğünde, balıkların
çamaşır yıkadığına inandırmıştı beni anam..
Denizin dibinde çamaşır yıkayabilmenin telaşındaki balıkları hayâl ederken, gülümserdim sanırım..
Denizin dibinde çamaşır yıkayabilmenin telaşındaki balıkları hayâl ederken, gülümserdim sanırım..
Ya kötü
anılar?.
Sıcak bir bahar gününün ikindi
sonrasında, en iyi arkadaşım Metin'le yine mahallemizden
uzaklaşmış, hayallerimizde kolayca yarattığımız, varlığına
da anında inandığımız zorlu bir serüvenin daha kollarına
atılmıştık..
En güzel rotalarımızdan biri de bu Tonoz
boyunca yürümek, artık, uzaktaki yüksek semtlerin
atıklarını boşaltan bir kanalizasyona dönüşmüş
derenin döküldüğü, Haliç kıyısına
varmaktı..
Beton yolun bitimindeki en uç kısma oturarak, hiç
durmadan taşıdığı her türlü pisliği, Altın Boynuz'un
sularına katan bu Boklu Dere'yi üstten seyretmek, oradaki ilk
eğlencemiz olurdu..
Pis koku artık dayanılmayacak noktaya
geldiğinde, oradan birazcık uzaklaşır, hemen vapur iskelesinin
yanında bulunan, balıkçı sandallarının bağlandığı
tarafta yerimizi alırdık..
Belli zaman aralıklarıyla iskeleye yanaşan, 'normal' vapurların birer yavrusu ebadında ve şirinliğindeki Haliç vapurlarının yolcu indirip bindirmesini izlemek pek güzeldi..
Belli zaman aralıklarıyla iskeleye yanaşan, 'normal' vapurların birer yavrusu ebadında ve şirinliğindeki Haliç vapurlarının yolcu indirip bindirmesini izlemek pek güzeldi..
Ancak biz, kıyıya vuran
dalgaların şiddetine göre, hep birlikte hareketlenen, yan yana
dizilmiş sandallara ve takalara bakarak, en esaslı dostlarımız
olan çizgi romanların kahramanlarından mülhem hayâllere
dalmayı, daha çok tercih ederdik..
Bu hayâl deryasından
kafasını ilk çıkaran, her an büyüyüp daha da
renklenmeye teşne, ama kaba kurgusunu az-çok tamamladığı
yepyeni macerasını heyecanla anlatırdı..
Önce
Metin'in dikkatini çekmişti, bir sandalın içindeki
bir bez torbaya doldurulmuş yeşil erikler..
Ağzımız sulanmıştı
valla..
Şöyle izah edeyim: Bizim gibi yedi-sekiz yaşlarında,
canının çektiği hemen hiçbir şeye kolay kolay
kavuşamayan fakir aile çocuklarını, yere aralıklarla
bırakacağınız yeşil eriklerle, istediğiniz yere
çekebilirdiniz..
Gerisi sizin tıynetinize kalmış tabii..
Ne
o sandalın, ne de diğerlerinin sahipleri ortalıkta görünüyordu..
Birbirimizle bakışıp, çoktan anlaşmıştık bile..
Suda
hafifçe sallanan 'erikli sandal'ın, ipini çektiğimizde
kolayca içine atlayabileceğimiz bir mesafeye gelebildiğini
gördük..
Önce Metin ipe asıldı, ben tekneye atladım,
sonra da sırayla ben ipe, o tekneye..
Her defasında nefes nefese ve
bir avuç erikle yerimize dönüyor, büyük
bir keyifle erikleri yiyor, emerek en son tadına kadar tükettiğimiz
çekirdekleri de denize tükürüyorduk..
Bitmesini hiç istemediğimiz şahane maceramızın tadını, ne de güzel çıkarıyorduk canım..
Bitmesini hiç istemediğimiz şahane maceramızın tadını, ne de güzel çıkarıyorduk canım..
Sandala
atlama sırası Metin'deydi..
Arkadaşımın eli torbaya uzandığı
an, kızgın sandalcının az ötede belirmesi ve “N'oluyo
lan!?” diye bağırması bir olmuştu..
İskeleye sürtünüp
duran komşu sandala can havliyle atlamak isteyen Metin'in dengesini
kaybetmesi, denize düşerken de kahrolası 'Erikli'nin
küpeştesine kafasını çarpması ve tam o sırada
tornistan yaparak iskeleden ayrılmakta olan vapurun, Haliç'in
kirli ve de kadim sularının derinliğine doğru onu çekivermesi..
O
günlerde hemen her cenaze, kapısından son kez çıkacağı
evinde yıkanır, ondan sonra camiye götürülürdü..
Herhangi bir evden o gün cenaze çıkacağını, evin
önündeki sokağın kenarında bi yerde yakılan ateş ve
onun üzerine yerleştirilmiş, içi su dolu kocaman ve de
kapkara bir kazandan anlardık..
Olayın ertesi günü,
sabahın ilk ışıklarıyla, ta karşıdaki Ayvansaray kıyılarında
bulunmuştu en iyi arkadaşımın cansız bedeni..
İki gün
sonra, şimdi de Metin'lerin evinin önünde kaynıyordu işte
o kara kazan..
Kulaklarımda, bağrına ateşler düşen gencecik
annenin, günlerdir dinmeyen haykırışlarına karışan vapur
düdükleri, hayalimde dönüp duran bir film
parçasındaki Metin'in çırpınışları, genzimi yakan
odun ateşinin dumanı ve gözlerimden ip gibi süzülen
yaşlar..
(İşbu yazı, 'kültür mafyası dergisi'nin Mayıs 2013 tarihli sayısında yayınlanmıştır)