28.9.13

Röportaj: Can Kılcıoğlu: Hayalim, filmimin galasını Emek Sineması’nda yapmaktı


36 yaşındaki Alis, ailesinin yanından ayrılıp, arabada yaşamaya başlar ve Ulusal Yarışma bölümünde Altın Lale için yarışan Karnaval filminin hikâyesi başlar.

İlk filmini çeken yönetmen Can Kılcıoğlu ile sohbet ettik.

Ailesinin gölgesinde kaybolmuş karakterlerini anlattı.

Bu filmin çıkış noktası olan, gözünüzün önüne ilk gelen resim neydi?

Tatilde, bir otel odasındayken, gözümün önüne arabada bir adam, yanında bir elektrikli süpürge ve arkada da yüzü asık bir kadın resmi geldi.
Bu noktaya nasıl geldiler acaba diye merak ettim. Yazmaya genelde hikâyenin sonuyla başlarım. Karakterlerin oraya nasıl ulaştığını düşünürken, karakterler ve çevresi şekillendi. Karakterimin arabasında yaşadığına karar verdim.

Arabada yaşamak ilginç olmanın ötesinde aileyle baş edememe gibi anlamlar da içeriyor mu sizin için?

Araba evet bir metafor. Ayrıca araba, park halinde çoğunlukla. Arabanın hareket edememesinin kaynağı sadece ekonomik değil, toplumsal ve ailevi sebeplere de dayanıyor. Her iki karakter de ailelerine bağımlı bir şekilde yaşayan karakterler. Aileleri organları gibi olmuş ve kesip atamıyorlar.

Ergenlik ve büyüyememe temalarına da açılım yapıyor böylece film.

Aileye bağımlı olma meselesi kişiyi ergenleştiriyor. 35- 40 yaşlarında ailesiyle yaşayan çok insan var. Ayrı eve çıksa bile annesinin ütülediği gömlekleri giyen, yaptığı yemekleri yiyen insanlar da var. Bizim orta sınıfımızın sorunu bu. Türkiye’de aile çok önemli ve kutsal bir kavram olduğu için birey onun altında eziliyor. Ben buna “sevgi şiddeti” diyorum. Anne öyle bir seviyor ki çocuk uzuvlarını kaybediyor ve yapamaz, hareket edemez hale geliyor. Askere gittiğimde de böyle çok insan gördüm. Hayatında ilk defa kendi ayak tırnağını kesen 20 yaşında bir adam tanıdım. Evlenmeden önce annesi kesiyormuş, sonra da eşi. Adamın eline silahı vermişler ama daha büyümemiş ki!

Merkezdeki sorun baba çatışması gibi görünse de asıl sorunlu taraf anneler mi sizce?

Evet, babadan ziyade daha ciddi problemin annede olduğunu savunuyorum. Baba ile oğul arasındaki problemin çözülmemesine sebep olan anne oluyor. İki tarafı da idare eden, anlayan, köprü görevi yürüten anneler. Kavga çıkmaması için. Oysa kavga da bir iletişim yolu olabilir.

Bütün bu anlattıklarınız bir aile dramı için yeterli bir çıkış noktası olabilir. Ancak dram yerine ironiyi, kara mizahı tercih ettiniz. Bu yöneliminiz nasıl şekillendi?

Kısa filmlerimi çekerken en keyif aldığım bölümler hep kara mizah anlarıydı. Kara mizahın seyirciye daha iyi geçtiğini de düşünüyorum ama tam olarak neden mizaha yöneldim, bilemiyorum.



Gerçeküstücü kısa filmlerden sonra ayaklarınız nasıl yere bastı?

Gerçeküstücülüğü denemek istemiştim. Kara mizahı da şimdi deniyorum. Bundan sonra hep bu yolda gideceğim diyemem. Belki gerçeküstücülüğe geri dönerim belki başka bir şey gelir. Bu hikâye de bunu gerekiyordu. Başından beri bu filmin bir karakter hikâyesi olacağını ve kara mizahla anlatabileceğimi biliyordum.

Filmin, Amerikan bağımsız sinemasıyla kardeş bir duruşu var mı sizce?

Amerikan bağımsız filmlerini izleyici olarak çok seviyorum ve evet onlara yakın hissediyorum. Türkiye, o filmlerden daha mizahi olabilecek konulara sahip bir ülke. Nedense buradan orta sınıfa ait karakter hikâyeleri çıkmıyor.

Alis, Ali Sinan’ın kısaltması olsa da senin için Alice Harikalar Diyarı göndermesi mi var?

Evet, ilk akla gelen doğru, biraz öyle bir durum var. Hem süpürgenin hem filmin adının “Karnaval” oluşunun içerdiği gibi bunun da bir ironi içermesi hoşuma gidiyor. Bir de gerçekten Ali Sinan olan ve Alis dediğimiz bir arkadaşım vardı.

Serdar Orçin ve Tülin Özen ikilisini bulmak uzun bir süreç mi oldu?

Dört senedir yazdığım Alis ile artık o kadar arkadaş gibi olmuştum ki onu bulmam, ete kemiğe büründürmem çok zordu. Kast direktörümüz Ezgi Baltaş’a teşekkür ederim. Benim tek aradığım, oyuncuların eleştiriye, değişime, bana açık olmasıydı. Vücudunun ve ruhunun da açık olmasıydı. Bütün oyuncu kadrosu, arzu ettiğim biçimde çok açıktı. Serdar Orçin senaryoyu ve ne yapmak istediğimi çok iyi anladı. Çok iyi bir iletişim kurduk. İnanılmaz iyi ve disiplinli bir oyuncu. Tülin Özen de aynı şekilde… Çok farklı bir enerjisi var ve çok iyi bir senaryo bilgisine sahip. Egolarını işe yansıtmadılar hiç. Filme giren herkes benim kadar sahiplenip filme çok şey kattı. Kurgucumuz Çiçek Kahraman, müzisyenimiz Okan Kaya ve tabii yapımcım ablam Doğa Kılcıoğlu. O olmasa olmazdı bu film.

İzmirli olduğunuz için mi hikâye İzmir’de geçiyor?

Demet karakterinde İzmirli bir manavın kızından ilham aldım. Motosikletli, babasına öfkelenmiş bir kadın. İzmir’i iyi tanıyorum evet.

Filmin dünya prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yapması sizi çok heyecanlandırmış olmalı?

İstanbul’a 2000 senesinde geldim ve o zamandan beri festivali takip ediyorum; beni besliyor festival. Beni geliştiren yönetmenlerin arasında bulunmak ve yarışmada yer almak çok heyecan verici. Kısacası, yeri çok özel bu festivalin benim için. Lisede yönetmen olmaya karar vermiştim ve o zamandan beri filmimin Emek Sineması’nda gösterilmesini hayal ediyorum.

Emek sineması demişken, bu konudaki düşüncelerinizi alalım mı?

Korkunç bir yıkım. Bütün tarihimizi, bilinçaltımızı yok edip, steril ve pırıl pırıl yapıyoruz. Hem de ticari amaçla. Restore edilmesi gereken muhteşem bir sinemayı, iskele kurup çatır çutur yıkabiliyoruz. Yönetmen olarak, seyirci olarak, sıradan vatandaş olarak çok acı veriyor. Hayalim, filmin galasını Emek Sineması’nda yapmaktı ama işte hayal kurmak bile yasak bu ülkede.



Röportaj: Ceyda Aşar



(İşbu röportaj 32. İstanbul Film Festivali için yapılmış olup, İKSV sitesinden alınmıştır)