İki saat süresince iki çift laf etmediğinden kendisini pek tanıyamadığım; ancak -doğuştan 'insan sarrafı' olarak- görür görmez Evkaf emeklisi biri olduğunu hemen anladığım 'efendiden' bir ağbimiz, Hint Okyanusu'nun ortasında seyreden yelkenli teknesinde uyanırken, sevgili filmimiz de başlar..
Artık başından nasıl bi olay
geçmişse, kendisini okyanuslara atıvermiş bu yaşlı adam
-izninizle, kendisine Bob demek istiyorum- uyandığında bir de bakar
ki teknenin içi suyla dolmaktadır..
Belli ki geminin birinden denize
düşerek, başıboş yüzen koca bir konteyner, koca
okyanusta gitmiş gitmiş bizim Bob'u bulmuş ve mütevazı boyuttaki
teknesinin gövdesine girerek, ağır hasar vermiştir..
Üstüne üstlük, az sonra öyle
bir fırtına kopar ki bundan böyle yapılabilecek en akıllıca davranış, hemen 'kelime-i şehadet' getirmek olacaktır..
Lâkin bu Bob için
biraz zor olabilir; bunun yerine, Alexander Ebert'in Amen şarkısını
mırıldanması -kanımca- gayet uygun olacaktır..
Neyse efendim..
Bu arada, teknenin sadece gövdesi
değil, haberleşme ve yön bulma zamazingoları da
arızalanmıştır..
Bu durumda kahramanımız, okyanusun
ortasında, kara ile irtibatını her anlamda kaybetmiş -bir ceviz
kabuğu misali- teknesinde, debelenmeye başlamıştır..
Elinde kalan mekanik bir yön bulma
aleti ile haritayı ve gökteki yıldızları kullanarak,
okyanusta seyreden ticari gemilerin rotasına girebilmek, Bob'un tek
kurtuluş hedefidir..
Kendisine bol şanslar diliyoruz..
Bundan önceki filmi Margin Call
(2011) ile ekonomik krizin finansal bir şirketteki yansımasını,
dev oyunculardan oluşan kalabalık bir kadroyla ve etkileyici bir
gerilimle sinemaya aktaran senarist yönetmen J.C. Chandor,
bambaşka bir tür ve de formatla karşımızda..
Bir kişilik cast'tan oluşan,
diyalogsuz bir film olma özelliğiyle, oldukça dezavantajlı bir pozisyona sahip bu yapımı, Chandor'un -sinema
piyasasına yönelik- Challenge'i olarak değerlendirmek ve bu
sebeple kendisini ayrıca kutlamak yanlış bir davranış olmasa
gerek..
Yönetmenin bu cesareti iyi hoş
da, bu seçimin, sinema sanatına yönelik özgün bi katkısı
ya da seyir zevkine yönelik bir artısı olmuş mudur?.
Bu soruya olumlu bir yanıt vermek pek
mümkün değil..
Elbette, Robert Redford'un zorlu bir
performansla süslediği oyunculuk gösterisi ile doğa
belgeseline oldukça yaklaşan özelliğe sahip bir ölüm
kalım mücadelesinin, yetkin bir teknikle sunulması dışında..
Zaten gerisi de, bu türden
filmlerin bazı 'can alıcı' klişelerinin bir bir sıralanmasından
ibaret..
Şu da ayrı bir handikap ki kazazede
denizcimizin tekne içinde -sıfır açıklamayla-
yaptığı işlem ve hareketlerin çoğunun mesleğe özgü
bir karşılığı var..
Hadi -benim gibi- denizci geçmişi
olanlar bu detayları algılayarak, filmin seyir zevkini
taçlandırdılar; peki ya diğerleri?.
Tamam, bu 'konuşmama ve açıklamama'
kısmına biraz fazla takmış gibi görünebilirim; ama,
geçerli argümanlarım da var yani..
Sevgili ağbimiz, 'normal' yaşantısında
-bencileyin- az konuşan, sessiz sakin biri olabilir..
Ancak, böylesine olumsuz şartlarda
ve resmen 'ölüm kalım savaşı' verirken, biraz olsun
karakterinin dışına çıkar insan yahu..
Boş konuşmuyorum arkadaşım, bizzat
kendimden biliyorum; bu duruma düşmüş biri, yanında
sanki bir arkadaşı varmış gibi konuşur, dertleşir ve ne
yapacağını tartışır..
En azından, muhtelif küfürlerin
bini bir para, havada uçuşur..
Muhatap olarak illa da somut bir şey
olsun isterse de eğer -mesela- bir konserve kutusunu falan karşısına
alabilir..
Evet..
Evet..
Doğrusu ben aynen böyle
yapardım..
Hoş, böyle davranmam için
benim bu denli bir felaketle karşılaşmama bile gerek yoktur ya, o
da ayrı..
Filmi izlerken, eskilerden The Old Man
and the Sea (1958)'nin, yenilerden de Life of Pi (2012)'nin akla
gelmemesi olanaksız..
Ancak, All Is Lost'u bunlardan kesin
olarak ayıran şey, kahramanının -kimliği dahil- gelmişi ve
geçmişi hakkında hiçbir bilgi sunmaması; ayrıca
onun, okyanusun ortasında kaybolmuş vaziyetteki yaşam savaşını
ihtiva eden 'kısa ve doğal' bir süreç haricinde, herhangi bir hikâyeye sahip olmamasıdır..
O değil de, neredeyse ta 'kalu bela'dan beridir
belleğimize nakşolmuş 'bir Robert Redford' imajını seyrelterek,
onu zavallı bir kazazede şablonuna oturtmakta epey zorlandığımı
söylemeliyim..
Daha doğrusu, filmin kahramanını
herhangi biri gibi değil de, teknesiyle emekliliğinin tadını
çıkaran ünlü aktör Robert Redford olarak
algıladım hep..
Yani, sanatçının kendisi
bizzat bir 'yabancılaştırma efekti' gibiydi..
Bu -pek de
istenmeyecek- etki, filmin 'gerçekçi' ve belgeselci
yönünün güçlülüğüne de
yorulabilir, öte yandan..
Son tahlilde All Is Lost -dünyada
ortaya çıktığı andan itibaren- insanoğlunun, doğanın
ölümcül gücü karşısında illaki verdiği
ve vermeye devam edeceği yaşam mücadelesini, en 'basit ve
doğal' haliyle ortaya koymaya çalışan bir yapım..
Basitliğinde problem yok da, doğallığı
bence biraz pürüzlü..
3 / 5
All Is Lost / Sona Doğru
Senaryo ve Yönetmen: J.C. Chandor
Oyuncu: Robert Redford
Yapım: 2013, ABD, 106'
Yazının başlarında "Life of Pi" gibi demeye kalmadı ki yazmışsın zaten anımsattığını.
YanıtlaSilYazı tarzın süper olmuş. Evkaf emeklisi bencileyin bir Robert Redford
Süper!!!
sizin gibi denizcilik geçmişi olan biri o mekanık yon bulma aletının sekstant oldugunu bılıyordur herhalde herkes anlasın dıye boyle yazdıgınızı dusunmek ıstıyorum.
YanıtlaSilaynen düşündüğünüz gibi sayın adsız..
YanıtlaSilkibar üslubunuz için ayrıca teşekkür ederim..