23.12.13

Mahmut Fazıl Coşkun: Ne anlattığınızdan ziyade nasıl anlattığınız önemli



Yozgat Blues, Fransız şansonlar söyleyen Yavuz’un (Ercan Kesal), onun kurstan öğrencisi olan Neşe’nin (Ayça Damgacı) ve berber kalfası Sabri’nin (Tansu Biçer) hayatla kurdukları ilişkiyi ve beklentileri anlatırken, Uzak İhtimal’in yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun’un kamerası taşrada yalın bir üslupla dolaşıyor ve satır aralarına ironi serpiştiriyor.

Yönetmen, filmle ilgili sorularımızı yanıtladı.

Filmin, Uzak İhtimal ile ismin çağrıştırdığı anlamda bir benzerliği var. Bir kadın ve bir erkek ve aralarındaki aşkın uzak ihtimali…

Uzak İhtimal ile mutlaka ortak noktalar vardır ama hikâye anlamında değil de dil ve üslup anlamında. Yozgat Blues’daki başka karakterler ve bambaşka bir hikâye. “Her yönetmen hayatı boyunca aynı filmi çeker” diye bir inanış vardır. Ancak benzerlik varsa bile bu, bilinçli bir şekilde alınmış bir kararın sonucu değil.

Uzak İhtimal’den önce Murat Menteş’in Dublörün Dilemması ile yola çıkıp bambaşka bir yere varmıştınız. Yozgat Blues senaryosu nasıl bir serüven yaşadı?

Bu film için senaryo geliştirme fonlarına, İstanbul Film Festivali Köprüde Buluşmalar’a başvurduk. Saraybosna Film Festivali’nde Cinelink’te ödül olarak bir senaryo danışmanından destek aldık. Dolayısıyla senaryo süreci çok uzun sürdü ve bizim dışımızdaki kişiler de sürece dahil oldu. Ancak hikâyenin temeli değişmedi; bir şarkıcı, bir kız, bir berber ve taşra ortamı aynı kaldı.

Taşra çok geniş bir kavram, İstanbul dışı her yerin “taşra” kabul edildiği de düşünülürse, neden özellikle Yozgat’ı seçtiniz?

Aynılaşma ve her yerin birbirine benzemesi fikrinden yola çıktım. Filmin geçtiği mekânlar pekâlâ İstanbul Ümraniye de olabilirdi. Woody Allen’in Paris’te Gece Yarısı filmi, şehrin neredeyse turistik mekânlarında geçer ve şehri hissederiz. Ancak ben Yozgat’a böyle bir açıdan değil de başka bir noktadan bakmak istedim. Türkiye’nin şehir hayatının kitch unsurlarla bezendiğini düşünüyorum. Yozgat da bunu anlatmak için çok uygundu.

Tüketim dünyasına dair bir eleştiriniz de var mı? Karakterlerin alışveriş merkezi ve markete sıkışmış iş hayatlarını düşünürsek, İstanbul’dan kaçışları modern hayat yalnızlığından da kaçış umudu muydu?

Sadece İstanbul değil tüm dünya bir tüketim dünyası. İnsanlar insan olarak değil de birer müşteri olarak var oluyorlar. Evet, karakterlerin dünyasının bununla da ilgisi var.

Muhsin Bey filmini anımsamamak zor. Müziğin yalnızlaştırması paralelliğiyle… Ancak o film tam da toplumsal değişim dönemine denk düşerek bir eleştiri sunar. Karakterinizin Fransızca müziği ve yalnızlığı sizde neye tekabül ediyor?

Muhsin Bey’de müzik üzerinden anlatım, dönemsel olarak arabeske teslim olma, tüketim toplumuna geçişin vurgusu çok nettir. Çok sevdiğim bir filmdir. Bizim film belki de bu dönemin Muhsin Bey’i olabilir ancak çok önemli bir fark var. Muhsin Bey’in yaratıcıları o karakteri, onun ideallerini yüceltir ve aynı duyguları, düşünceleri paylaşır. Bizim filmde ise ben tarafsız bir yerde durmaya çalıştım. İki tarafın müziğini ne idealleştirdim ne de küçümsedim. Biraz belki benim kuşağımla da ilgili olabilir bu bakış açım. Ben, toplum dışı bir karakteri anlatmak istedim. Bu karakter, toplumla iletişim kurmaya çalışsın ama başaramasın. Çıkış noktam bu cümleydi.

Senaryonun başından itibaren merkezde Yavuz karakteri mi vardı? Sanki diğer iki karakterde de anlatılası daha çok detay var gibi…

Başından beri böyleydi. Zaman zaman acaba üç karaktere de eşit noktadan baksak mı diye düşündük, tarttık ama sonuçta şarkıcı karakteri merkeze koymaktan vazgeçmedik.




Geçen sene İstanbul Film Festivali’nin bir panelinde konuşan senaristiniz Tarık Tufan, “senaryo doktoru ile çalışırken kadın karakterimizin olmadığını fark ettik” demişti. Sizin için kadın karakter nasıl bir dönüşüm yaşadı?

İnsanları “kadın” ve “erkek” olarak ayırmıyorum. Başrol karakter kadın da olabilirdi. Filmdeki ağırlıklarının farklı oluşu cinsiyetleri yüzünden değil. Bu film özelinde kadın karakter biraz daha yan karakter konumunda. Senaryonun ilk hallerinde kadın karakterimiz evet biraz sorunluydu, henüz “karakter” olamamıştı. Ancak bunun sebebi bizim karakteri önemsemememiz yüzünden değildi. Şu anki halinde kadın karakter bence çok inandırıcı ve gerçekçi. Hayatta böyle insanlar var. Karakterlerin hepsi yaşayan karakter oldu.

Ayrıca kadın karakteriniz bütün aşk ihtimallerinin merkezinde olmasına rağmen “cinsellik” üzerinden bir dil kuran “kadın kadın” biri de değil.

Eğer başka türlü, “parlak, sarışın bir kadın” olsaydı mesela, o zaman film romantik komedi türüne daha yakın olurdu. Ses tasarımını Almanya’da bir stüdyoda yaparken 50 yaşlarında biriyle tanıştım. Henüz altyazı olmamasına rağmen filmi Türkçe izledikten sonra ertesi gün bana, üzerinde “Melankolik Komedi” yazan bir kitap getirdi. Meğer doktora teziymiş. Bu tez, Wes Anderson, Kaurismäki ya da Bill Murray’ın oynadığı bazı filmleri örnek göstererek yeni bir türü anlatıyordu. Bizim filmimizi de buna yakın buldu.

Belki “melankolik komedi” değil de “melankolik ve ironik” diyebiliriz. Komediden ziyade ironiye daha yakınsınız. Bunu oyuncu yönetiminizle sağlamışsınız. Dört oyuncunuzu aynı yalın üslupta tutmak zor oldu mu?

Ben zaten büyük oyunculuğu sevmiyorum. Aslında oyuncuları serbest bırakmayı da çok sevmiyorum ama diğer yandan da doğallığı arıyorum. Bu yüzden senaryodaki diyalogların aynısını söylememelerini, kendi cümlelerini kurmalarını istedim. Bunu sağlamak için, biraz da bilinçli olarak tek plan çalıştım. Filmdeki her sahne tek plan… Sahneler için farklı açılar kurmadım. Böylece çok fazla tekrar çekme şansım oldu. Her tekrarda farklı diyaloglar alabildim.

Her oyuncu doğaçlama yapabilir mi, yapmalı mıdır sizce?

Olmazsa olmaz bir şey değil doğaçlama ama olabilirse benim için daha enteresan bir sonuç çıkıyor. Ezber bana sıkıcı ve ruhsuz geliyor. O yüzden senaryodaki diyaloglara bire bir uymayı önemsemiyorum. Fakat verimli bir doğaçlama için kafanızın da uyuşması lazım. Filmi ya da karakteri anlamamış olabilir kimi zaman.

Ercan Kesal’in senaristliğinin sette, senaryoda etkisi oldu mu?

Senarist tarafını göstermek istemedi fakat ben biraz ortaya çıkartmasını sağladım. Çok faydalı oldu benim için, kafamız da uyuştu. Katkısı doğal olarak gelişti. Onunla çalıştığım için oldukça mutluyum.

Uzak İhtimal, Yozgat Blues ve yanına gelecek üçüncü filmi düşünürsek sinemanızdaki ortak temaları şimdiden kestirebiliyor musunuz?

Sinema, temayla yürüyen bir şey değildir. Sinemada ne anlattığınızdan ziyade nasıl anlattığınız önemlidir. Ben, nasıl anlatabilirim, yeni bir şey üretebilir miyim, bununla ilgileniyorum.

Altın Lale kazanmış bir yönetmen olarak İstanbul Film Festivali’nde yarışmak nasıl bir duygu?

İstanbul Film Festivali sinemaya ilk ilgi duyduğumda keşfettiğim bir festivaldi. Burada ikinci kez yarışmak benim için büyük bir onur.



Röportaj: Ceyda Aşar



(İşbu röportaj 32. İstanbul Film Festivali için yapılmış olup, İKSV sitesinden alınmıştır)