Kaldığımız yerden devam ediyoruz..
The Selfish Giant / Bencil Dev
Bencil Dev’i sinemasever bir
arkadaşımıza anlatmaya çalışsak şöyle derdik:
Andrea Arnold’un alt sınıf İngiltere’sini düşün;
faturalarını ödeyemeyen sorumsuz ebeveynler ve
kaldırabileceklerinden daha fazla yük sırtlanmış çocuklar
var.
İngiltere malum, hava hep kapalı,
ortam kasvetli.
Dikenli tellerle örülmüş
bir yerlerde bazı “büyük”ler bazı işler
çeviriyorlar.
Çocuklar için okula
gitmenin bir anlamı yok; onlar bir an önce büyükler
gibi para kazanmak, bahis oynamak, gecenin karanlığında birkaç
kuruş fazlası için gizli işler çevirmek istiyorlar.
Bu büyüme öyküsünü
biraz içine doğru çek ve Dardenne’lerdeki masumiyet,
vicdan ve adalet meselesini onun üstüne ekle. Düşler
Diyarı’nın (2012) masalsı dünyasının en damıtılmış
halini hayal et ve filme belli belirsiz yayıldığını düşün.
mümkünmertebe Notu ::
Konusuyla doğrudan bir ilgisi olmasa
da filmin senaryosunun, bencil bir devin sahip olduğu, ama içinde
oynamalarını istemediğinden dolayı da çocukları kovduğu
bir bahçenin nasıl da kuruyup solduğunu, hatta her yere
uğrayan baharın nasıl da bu bahçeyi hep es geçtiğini
anlatan, Oscar Wilde'ın aynı adlı masalından esinlenerek
yazıldığını biliyoruz..
Çalışarak eve ekmek, hayırsız
babalara alkol parası getirmek zorunda kalan çocukların -en
temel ihtiyaçları olduğu halde- oynayamadıkları, hatta
okuyamadıkları lanet bir 'bahçe'de onların payına düşen
şeyin ne olduğunu da hepimiz biliyoruz sanırım..
İngiltere gibi 'gelişmiş' bir
ülkenin pek gelişememiş varoşlarından yükselen çocuk
sesli, acı yüklü bir feryat bu..
İtilmişliğin, yokluğun içinde
var olmayı başaran sağlam bir dostluğun ve daha ergen olmadan
ölümle tanışan çocuk kalplerin kırık öyküsü..
The Selfish Giant, başka BirHurdacının Hayatı; ama ondan çok daha sert, sağlam ve
sarsıcı..
“Sinemaya gidip kayıp ve yası
tekrardan yaşamak istememizin, kendi hayatımızdaki kayıp ve
yasları anlama çabamızla bir ilgisi olmalı.” demiş
biri.. Ne kadar da doğru demiş..
Senarist yönetmen Clio Barnard'ın
-hem de böylesine zorlu bir senaryoya sahip- ilk uzun metrajında
bu denli başarılı olup da bir başyapıt yaratması, takdire
şayan..
Kadın olması hasebiyle hayranlığımı
daha da bi kazanan Clio, Britanya'dan esen yeni bir 'Ken Loach'
rüzgarı gibi..
9 /10
Inside Out: The People's Art Project /
Tersyüz: İnsanların Sanat Projesi
A.B.D., Fransa - 2013 - 70' - Renkli -
DCP - Arapça, Kreole, İngilizce, Fransızca, İspanyolca
2011 yılında TED ödülünü
kazanan Fransız sanatçı JR dünyanın en geniş
katılımlı küresel sanat projesini başlatarak yüz
binlerce insana yaşadıkları sokakları fotoğraflarla yeniden
sahiplenmenin yolunu açar.
Her sene yalnızca bir kişinin layık
görüldüğü prestijli TED Ödülü’nü
2011 yılında kazanan Fransız sanatçı JR’a dünyaya
ilham verecek dileğinin ne olduğu sorulur. “İnandığınız bir
şey uğruna harekete geçerek küresel bir sanat projesine
dahil olmanızı diliyorum. Birlikte dünyayı tersyüz
edelim,” der.
Kurallar basittir: kendinin veya
tanıdığın birinin fotoğrafını çek, gönder, büyük
boy kâğıda basılan resimleri sokaklara yapıştır ve sesini
duyur.
Tüm baskı masrafları JR
tarafından karşılanan bu proje çok kısa sürede
dünyanın her tarafında binlerce takipçi buldu.
Cezayir’den Haiti’ye, Kuzey
Dakota’dan Pakistan’a, insanlar organize olarak çektikleri
fotoğrafları sokaklara ve binalara yapıştırmaya başladılar.
Sanatı izleyen değil, sanatı icra eden oldular.
Zaman geçtikçe proje de
evrildi; Arap Baharı, Londra’daki ayaklanmalar, Occupy hareketi ve
Haiti’deki deprem derken, doğrudan olayları yaşayan insan ve
toplulukların hikâyelerine tanıklık etmeye başladı.
Gözümüzün önünde
küresel bir hareket doğdu; ilham arayanlar, kaçırmayın!
Yönetmen: ALASTAIR SIDDONS
Görüntü Yönetmeni:
PATRICK GHIRINGHELLI
Kurgu: GREGOR LYON
Müzik: ANTONIO PINTO, SAMUEL
FERRARI, PATRICE BART-WILLIAMS
mümkünmertebe Notu ::
Belki ana mevzu bu değil ama,
duvarlara graffiti yaparak işe başlayan JR'ın, daha sonra
fotografa yönelerek dünya çapında tanınan, etkisi
büyük ve yüklendiği sosyo-politik misyonunu tavizsiz
bir biçimde sürdüren bir sanatçıya
dönüşmesi, oldukça ilginç..
Öyle ki öncüsü
olduğu bir projenin CEO'su gibi bir duruma yükselerek, bu
konudaki çalışmaları etrafında oluşturduğu büyükçe
bir ekibe devretmesi de cabası..
Belgeselin, olaya sadece kendi
desteklediği tarafa değil de projeye tamamen karşı duranlara kulak vermesi de önemli bir özellik..
Örneğin, Tunus Devrimi sonrası,
bir zamanlar devrik lider Bin Ali'nin devasa afişleriyle kaplı
duvarlara -proje gereği- halktan kişilerin fotograflarının
yapıştırılmasına -belki de eski bir refleksle- karşı çıkan
kitlenin görüşlerinin ve afişleri yırtma görüntülerinin
de filme yerleştirilmesi gibi..
Son tahlilde, derdini doğru dürüst
anlatabilen, renkli ve çarpıcı görüntüleri
güzel müziklerle sunduğundan sıkılmadan da izlenebilen
bir belgesel..
6 /10
Mahi va Gorbeh / Balık ve Kedi
Blair Cadısı'yla
Kiarostami-Makhmalbaf sinemasının çılgın buluşması.
Filmin tek bir plandan oluştuğunu
söylemiş miydik?
Bazen ‘sinemada artık yeni bir şey
yapılamaz’ diye düşünürken, birdenbire bir film
çıkıveriyor ve mahcup oluyoruz.
134 dakikalık tek bir plandan oluşan
İran filmi Balık ve Kedi de böyle bir film.
Malum, tek planlık filmlerin en
muhteşemini Sokurov çekmişti, ama yönetmen Shahram
Mokri’nin burada başka estetik dertleri var.
Kamp yapmaya giden bir grup üniversite
öğrencisinin, yakınlardaki restoranda insan eti servis
edildiğini öğrendiği gerçek bir olaydan yola çıkan
film, sıradan bir korku filmi gibi başlıyor.
Film bir yandan Blair Cadısı
atmosferini sürdürürken, bir yandan da bir Kiarostami
ya da Makhmalbaf filmiymişçesine yüzünü insana
dönüp, sinemayla, gerçeklikle ve zamanla oynuyor.
Korkunç olan, dramatik olan ve duygusal olanın yanında arada
doğaüstü olana da dokunuyor ve buradan kendine has bir
şiirsellik çıkarıyor.
Bu gerilim dolu, sürprizli ve
tahmin edilemez filmi mutlak suretle izlemenizi öneriyoruz.
mümkünmertebe Notu ::
Siz bakmayın tanıtım yazısını
yazan arkadaşın şu 'Blair Cadısı' takıntısına, yok öyle
bi şey..
'Kamp yapan gençler' dışında
en ufak bi benzerlik yokken, nedir bu tuhaf 'benzetme telaşı'
anlamak güç..
Sakın bu arkadaşın tek izlediği korku
filmi o olmasın?.
Mahi va Gorbeh içeriğinden çok,
çekim tekniğiyle dikkat çeken bir yapım..
İki saati aşan süresinin tek
plandan ibaret olması ve bu planın neredeyse tamamının, sürekli
hareket eden oyuncuların peşine takılan bir aktüel kamerayla
çekilmesi filmin en önemli özelliği..
Yalnız bu tekniğin tek meziyeti de bu
değil..
Birbirinden hem yaş, hem de sosyal
katman açısından çok farklılık arz eden çok
sayıdaki kahramanını tek tek ve yakından tanıyabilmemiz için
kamera, bir süre sonra 'geride kalan' zamana ve mekana -başka
açıdan da olsa- geri dönecek, sonra da bir başka
kahramanın ya da bir grubun peşine takılacak ve de olay hep bu
minvalde sürüp gidecektir..
Buna bir nevi 'mecburi' flashback
denebilir belki ama, öte yandan bunun klasik anlamda bir geçmişe
dönüş olmadığı da çok açıktır..
Bu durumda, filmin 'normal' bir zaman
akışından da bahsedemiyoruz..
Hem ilerleyen, hem de ilerlemeyen
zamandır bu; bu tuhaf vaziyeti 'zamansızlık' terimi daha doğru
anlatabilir sanki..
Bu arada, filmin konusundaki tek
belirgin olan kısım, yakında bir restoranda müşterilere
insan eti servis edildiği haberidir..
Bu şayia, neredeyse 'kansız bir
slasher' atmosferine sahip filmin, zaten her anına sinmiş olan
gerilimini bir hayli güçlendirir..
Diğer bir çok küçük
öyküye ise, kamera yürüdükçe kısa
süreliğine yanına yaklaştığı ikili ya da daha çoklu
grupların konuşmalarından -bölük pörçük
de olsa- tanıklık etmiş oluruz..
Evet farkındayım, durum biraz
karışık..
En iyisi, hem tekniği, hem de içeriği
açısından oldukça 'sofistike' olan bu filmi kendi
gözlerinizle görmek..
İran Sineması'nın bir başka yüzünü,
hatta Üniversiteli İran gençliğinin -bazılarımız
için şaşırtıcı olabilecek denli- modern yaşantılarını
ve entelektüel seviyelerini keşfetmek de ayrıca ilginç
olacaktır..
8 /10
Anarşik Armoni
2014 - 90' - Renkli - DCP - Türkçe
Dünya'da giderek artan kitlesel
anarşik reaksiyonların bir manifestosunu yaratmak kaçınılmazdı.
Bugün müzik sayısız
özgürlüğü ve çeşitliliği kucaklarken
akla bir soru geliyor: Çağdaş müzik şimdiki haline
nasıl evrildi?
Bu konuda kafa yormak, çağdaş
müzik tarihinin satır aralarını okumak bize neler söyler?
Bazen doğru soruyu sormak, cevabı
bulmaktan çok daha önemli.
Anarşik Armoni de bu işin öncülerine;
devrimci besteci&teorisyen Stravinsky ve Schönberg’den
cazın kurucularından Buddy Bolden’a, sıradışı bir yaklaşıma
sahip olan John Cage’e, İlhan Mimaroğlu’na, Aydın Esen’e,
insan algısının sınırlarını genişletmeye cesaret eden
sanatçılara odaklanıyor ve şans bu ki Gezi olaylarının
başlamasıyla filmde konuşulan hakikatlerin bir anda
gerçekleştiğine tanıklık ediyoruz.
Anarşik Armoni teknolojik gelişmelerin
eşliğinde müziğin bilinmeyene giden macerasındaki
sosyo-politik gelişmelere ışık tutmaya çalışan ve bunu
insanlık için evrensel bir dil olan müzikle yapan bir
manifesto.
Senaryo - Görüntü
Yönetmeni - Yönetmen: KORAY KAYA
Müzik: MUTLU SAN
Katılımcılar: İLHAN MİMAROĞLU,
AYDIN ESEN, İLHAN ERŞAHİN, ARTO TUNÇBOYACIYAN
mümkünmertebe Notu ::
Dönüp dolaşıp, boğaz
köprüsünü -eksantrik olmasına özellikle dikkat edilen bir açıdan- görüntülemek, bir
takım müzik aletlerinin ayrıntılarına zum yapmak, güneşi habire doğurtup batırtmak, birbirinden ünlü ama iki
kelimeyi bir araya getiremeyen müzisyenlerimize bir şeyler
dedirtmeye çalışmak, araya da konuyla (hangi konu!) tamamen
alakasız -ama amacı belli- olarak Taksim Gezi Direnişi görüntüleri
sıkıştırmak..
Ha bu arada, eski bir 'sinemasal aldatma' numarası olan, 'Flu çekelim de sanatsal
olsun panpa' anlayışının bize yeniden hatırlatılması gayet anlamlı olmuş..
Lütfen arkadaşım, ben bunu
görmezden geliyorum; çok rica edeceğim, sen de bir daha
böylesine saçma sapan bir işle karşıma gelme..
2 /10
Sick Birds Die Easy / Hasta Kuşlar
Çabuk Ölür
Sick Birds Die Easy hem bir belgesel
hem de sosyal bir deney: Joseph Conrad'ın ‘Karanlığın
Yüreği'nin gonzo versiyonu; büyülü gerçekçi
ve antropolojik, mistik ve sorumsuz; büyüleyici ve rahatsız
edici; siyaseten yanlış, tehlikeli ve ölümüne
çılgın.
Joseph Conrad’ın meşhur romanı
‘Karanlığın Yüreği’nde, Kongo ormanlarının
derinliklerinde kendini kaybeden Kurtz’u tüm insanlık için
bir metafor olarak okuyabilir miyiz?
Bu, yıllardır tartışılan çetrefil
bir konu ve görünen o ki, genç yönetmen Nik
Fackler bunu düşünmektense test etmeyi seçmiş.
Hasta Kuşlar Çabuk Ölür’de
Fackler ve arkadaşları Gabon cangılında, uyuşturucu
bağımlılığını iyileştirdiği ve insanda ruhsal bir dönüşüm
yarattığı söylenen Iboga bitkisinin peşinde bir maceraya
atılıyorlar.
Yanına ufak bir film ekibi ve biri
baba parası yiyen alkolik şair, diğeri komplo teorisyeni olan
madde bağımlısı iki arkadaşını alan Fackler, hem arkadaşlarını
iyileştirme peşinde, hem de insanın doğduğu yer olduğu söylenen
bu coğrafyada hakikate, insanın başlangıcına, sonuna ve evrenin
sırrına dair bir şeyler keşfetme amacında.
Hasta Kuşlar Çabuk Ölür
insanlığın hasta, hem de çok hasta olduğuna dair önemli
bir kanıt teşkil ediyor.
mümkünmertebe Notu ::
(Ve yazar yazmaktan sıkılır.)
6 /10
Cheatin' / Aldatma
‘Indie animasyonun kralı' olarak
bilinen Bill Plympton tutkulu, eğlenceli ve çılgın bir aşk
filmiyle geri dönüyor.
İki kez En İyi Kısa Animasyon
dalında Oscar’a aday olan Bill Plympton, aynı zamanda ‘indie
animasyonun kralı’ olarak da biliniyor.
Tutkulu bir aşk hikâyesi anlatan
yeni filmi Aldatma tamamen elle çizilmiş.
Hiç diyalog barındırmayan
filmde, bütün sorumluluk da bu çizgilerin üzerinde.
Filmin kahramanları Ella ve Jake gibi,
filmin çizgileri de heyecanlı ve sabırsız.
Bu karalamalarla dolu, empresyonist
diyebileceğimiz biçim, filme bir yandan naif bir hava
katarken, diğer yandan da kendine has bir ritim oluşturmuş.
Filmin dünyası romantik ve
çocuksu; ama Aldatma kesinlikle bir çocuk filmi değil.
Ella ve Jake’in yaşadığı aşk,
tutkuları, kıskançlıkları, özlemleri ve intikam
istekleri yoğun ve etkileyici bir şekilde ele alınmış.
Zaman zaman müzikale dönen,
zaman zaman soyutlaşan bölümleriyle Aldatma, basit gibi
görünse de çaktırmadan seyirciyi avcunun içine
alan, hem nostaljik, hem de taptaze bir animasyon.
mümkünmertebe Notu: 6 /10