1.5.14

Hüseyin Karabey: Savaşın absürtlüğünü ele alan bir hikâye


"Şubat ayında Berlinale'de Generation bölümünde gösterilen, Hüseyin Karabey'in ikinci uzun metraj filmi Sesime Gel'in Türkiye prömiyeri İstanbul Film Festivali'nin Ulusal Yarışma'sında gerçekleşti. Karabey filminde masal formatından faydalanarak, Kürt bir nine ve torununun, birinin oğlu diğerinin babası olan erkeği gözaltından kurtarma çabasını anlatıyor."

Sesime Gel dengbejlerin bir düğünde anlattığı hikâyeyle başlıyor. Daha sonraysa sürekli yeni anlatıcılarla karşılaşıyoruz. Bu yapıyı nasıl kurdunuz?

Aslında bu film hikâye anlatıcılığına bir övgü. İçinde profesyonel anlatıcılar var, amatörler var, ben de yönetmen olarak bir hikâye anlatıyorum.
Yani hikâye anlatmanın her formunu içinde barındırıyor.
Bizim coğrafyamızda en önemli şeyin karakter ve hikâye olduğunu düşünüyorum.
Geçmişe baktığımda da beni en çok etkileyen sanatçıların hikâye anlatma geleneğini sürdüren isimler olduğunu görüyorum; Nazım Hikmet veya Yaşar Kemal gibi...

Bu yazarlar kendi biçimlerinde hikâye anlatıcılığını başka bir boyuta taşımışlar. Ben de aynısını sinemada yapmaya çalışıyorum, çünkü sinemanın buna olanaklı bir dili olduğunu düşünüyorum.
Aslında filmi izlerken seyirciler bir hikâye anlatıcısının malzemelerini nereden topladığını ve kuşaklar arasında anlatıcılığın nasıl değiştiğini de görüyorlar.
Bununla beraber savaşın absürtlüğünü ele alan bir hikâye Sesime Gel.

Savaşın absürtlüğünden bahsettiniz. Filmde gerçekten de yer yer kendini hissettiren bir mizah duygusu var. Öte yandan Türkiye'nin yakın geçmişinden gerçek ve hepimiz için son derece acı olaylardan da parçalar bulunuyor bu anlatı içerisinde. Burada nasıl bir denge sağladınız?

Bence herkes en iyi bildiği şeyi anlatmalı. O zaman bazı şeylere de cesaret edebiliyorsunuz.
Yaşam sadece acı veya mutluluktan oluşmuyor. Mizah hayatın kendi içerisinde de yer alan bir olgu.
Hatırlıyorum, gençken gözaltına alındığımızda biz de hangimizin daha çok dayak yediğini birbirimize gülerek anlatırdık. Zira bu duruma başka şekilde katlanmak da mümkün değildi.
Fakat mizah bu olayların korkunçluğunu kesinlikle azaltmıyor, bilakis daha da kuvvetlendiriyor ve gerçekçi kılıyor.
Trajik bir ortamda daha da trajik hikâyeler anlatmayı sevmiyorum. İnsanların o trajediye rağmen hayatta kalma çabası ve mutlu olma arzusu beni daha çok ilgilendiriyor. Bunun karakterleri de güçlendirdiğini düşünüyorum.

Filmde iki ayrı kuşaktan kadının hikâyesini anlatıyorsunuz. Kadınlara dair bir hikâye anlatmayı özellikle mi tercih ettiniz? Bu tercihiniz kadınların Kürtlerin özgürlük mücadelesindeki rolüyle de ilgili mi?

Kürt halkı tümden ezilirken, sınıfsal konumu nedeniyle kadınlar daha da çok eziliyorlar. Dolayısıyla Kürt mücadelesinin bugün geldiği noktaya kadınların verdiği destek sayesinde ulaştığı çok açık.
Ayrıca kültürün sürekliliğini sağlayan da yine kadınlar. Filmde de yaşlı nine kendi deneyimini torununa aktarıyor. Torun, köyden çıkarken küçük bir kızken, geri döndüğünde artık değişmiş oluyor. Altı günlük bir hikâye onun hayatını değiştiriyor ve omzuna bir sorumluluk yüklüyor. Bu eksende kadınların Kürt mücadelesindeki rolüne değinmeye çalıştım.




Film Berlin'deki gösterimlerinde nasıl tepkiler aldı?

Sesime Gel, Berlin'de Generation bölümünden davet aldı. Bu gençlik ve çocuk filmlerinden oluşan bir seçki. Açıkçası bu filmi öncelikle çocuk izleyicilere göstermek benim aklıma gelmezdi, bu yüzden önce çok şaşırdım. Fakat 12 yaş üzeri çocukların katıldığı bir gösterimde müthiş yorumlar geldi.
O yaştaki çocukların daha şimdiden bu sorunlar üzerine kafa yormaya başlamasının belki de dünyayı değiştirebileceğini düşündüm ve filmin Generation bölümünde gösterilmesi fikri daha da hoşuma gitti. Bunun dışında da genel olarak aldığımız tepkiler çok olumluydu. İnsanlar filmdeki göndermeleri anlıyorlardı. Dünyanın çeşitli yerlerinden yönetmen arkadaşlar "Bizim hikâyeyi anlatmışsın" dediler hatta.
Belli ki çatışmalı, sivil halkın savaşa maruz kaldığı ortamlarda benzer uygulamalar dünyanın her yerinde oluyor. Bunların dışında, Kürtlerin yaşadıkları sorunlarla ilgili belki sürekli bir şeyler duyuluyor ama gündelik hayatları ve kültürleri yeterince tanınmıyor.
Ben seyircinin Sesime Gel'i izlerken bu anlamda da bir tanıklık yaşamasını, bilgilenmesini istedim. Gelen tepkiler bu açıdan da tatmin ediciydi.

İlk filminiz Gitmek'ten sonra, ikinci filminiz Sesime Gel ile tekrar İstanbul Film Festivali'nde Ulusal Yarışma'dasınız. İstanbul Film Festivali'nin sizin kişisel tarihinizde nasıl bir yeri var?

Biz 80 sonrası kuşağız ve Türkiye'de kültürel anlamda çöl gibi bir ortamda büyüdük. O dönemde sinema konusunda beslenebileceğimiz tek yer İstanbul Film Festivali'ydi.
Ben de sinemayla ilgilenmeye başladığımda festivali bir okul gibi gördüm. Bu yüzden bizim kuşağımıza hem klasikleri ulaştırmak hem de dünya sinemasında olup bitenleri tanıtmak açısından çok önemli bir rolü vardır. Hatta sinemacı olmaya karar verdiğimde en büyük hayalim, günün birisinde uzun metraj bir film çektiğimde festivalde Emek Sineması'nda gösterilmesiydi ve bu Gitmek ile gerçek oldu. Dolayısıyla bizim için çok duygusal bir önemi de var İstanbul Film Festivali'nin. Bugün genç festival izleyicilerine baktığımda, o koltuklardan daha pek çok sinemacı yetişeceğine de eminim.

Son olarak Emek Sineması ile ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz?

Emek Sineması'nın kültürel hayatımızdan ayrılmasını her vatandaşın sorgulaması gerekir. Ayrıca seçimle gelen belediye başkanlarının, atanmışların utanacağı bir durumdur. Kültürel hayatımızda bu kadar önemli yere sahip bir sinema salonunu kaybetmemizin yarattığı kızgınlık bir yana, hükümetin empati sağlayabileceği böyle bir imkânı elinin tersiyle itmesi de anlaşılır değil. Sonuçta Emek Sineması devlet desteğiyle yaşatılsaydı, buna harcanan parayı kimse sorgulamazdı. Kültüre herkesin ihtiyacı var ama manasız bir siyasi inatlaşma ve vandalizm sonucunda Emek gibi, AKM gibi değerleri kaybediyoruz. Umarım bu durum ileride değişir.


Röportaj: Engin Ertan 


(İşbu röportaj İKSV için yapılmıştır)


mümkünmertebe'nin 'Were Dengê Min'e verdiği not: 3.5  /5