21.7.17

Dunkirk


Christopher Nolan (Interstellar, Inception, The Dark Knight üçlemesi) destansı aksiyon gerilim Dunkirk'ü sunar.

Dunkirk, yüz binlerce Britanyalı ve Müttefik birliklerinin düşman güçlerince çevrilmesiyle başlar.
Arkalarını denize vermiş şekilde kumsala sıkışıp kalmış bu adamlar, düşmanlar yaklaşırken imkansız bir durumdadırlar.

Hikaye kara, deniz ve havada geçer.
Manş üzerindeki semalarda, RAF Spitfire uçakları aşağıdaki savunmasız adamları korumak amacıyla düşmana angaje olurlar.
Bu sırada, yüzlerce küçük tekneye doluşan askerler ve siviller, ordularının küçük bir kısmını bile olsa kurtarmak pahasına zamanla yarışırken kendi hayatlarını riske atarak umutsuz bir çabanın içine girerler.

Dunkirk, aralarında Fionn Whitehead, Tom Glynn-Carney, Jack Lowden, Harry Styles, Aneurin Barnard, James D’Arcy, Barry Keoghan, Kenneth Branagh, Cillian Murphy, Mark Rylance ve Tom Hardy’nin yer aldığı birkaç nesli bir araya getiren bir oyuncu kadrosuna sahip.

Nolan Dunkirk'ü kendi yazdığı senaryoya dayanarak yönetti ve hikayeyi beyaz perdeye taşımak için IMAX® ile 65 mm film kombinasyonundan yararlandı.

Filmin yapımcılığını Emma Thomas ve Nolan, yönetici yapımcılığını ise Jake Myers gerçekleştirdi.

Dunkirk'ün kamera arkası yaratıcı ekibi; görüntü yönetiminde Hoyte van Hoytema, yapım tasarımında Nathan Crowley, kurguda Lee Smith, kostüm tasarımında ise Jeffrey Kurland’den oluşuyor.
Filmin görsel efektler amirliğini Andrew Jackson, özel efektler amirliğini Scott Fisher üstlendi.
Filmin müziği Hans Zimmer’ın imzasını taşıyor.

Dunkirk, 21 Temmuz'da IMAX ve Türkçe Dublaj Seçenekleriyle Sinemalarda!.




Filmin mmknmrtb notu ::

Adına 'Facia' ya da 'Mucize' de denilen; aslında İngiliz başarısından çok, Müttefiklere son darbeyi vurmak üzere olan Alman zırhlı birliklerine 'Dur' emri vermiş Almanya'nın önemli bir askeri hatası olarak gösterilen, tarihi olduğu kadar oldukça da trajik bir olaya İngiliz cephesinden -daha da çok ve önemli olarak- Christopher Nolan objektifinden bakan, harikulade bir film..

Fransa'ya Müttefik güç olarak gelmiş İngiliz ve diğer ülke askerlerini ablukaya almış Alman kuvvetlerinden, ufukta ışıkları görünen karşı kıyıdaki memleketlerine kaçmaya çalışan İngiliz askerlerinin, zamanla ve de ölümle yarışmalarının öyküsü -bir benzerini daha önce gördüğümü hatırlamadığım- ustalığı olağanüstü, perdedeki etkisi tek kelimeyle 'büyüleyici' bir kurguyla anlatılıyor..

Askerlerin -özellikle- memlekette bırakılmış sevgilileri, eşleriyle falan köpürtülen dramatik öyküleme kalıplarını elinin tersiyle iten Christopher Nolan, hem içerik hem de üslup olarak, türün klasik konseptinden çok uzak ve neredeyse ezbere bildiğimiz klişelere hiç ihtiyaç duymayan bir duruşla ve de böylece büyük bir riski göze alarak, 'Savaş Filmi' özelinde, yeni bir çığır açıyor..




Operasyonun sürdüğü üç düzlemden; karadan, denizden ve havadan seçtiği kahramanlarının hemen yanına seyircisini konumlandırmayı başaran film, muhteşem görselliğine eşlik eden etkin müzik kullanımıyla birlikte sarıp sarmaladığı o seyircisiyle birlikte ve soluk soluğa, finale dek koşuyor..

Hep mesafeli durduğum 'Film Müziği' olayı, burada öylesine farklı, işlevsel ve 'muazzam' etkili kullanılıyor ki gözlerimin önünde akan görüntü şeridine paralel bir ses şeridini -neredeyse- görür gibi oluyor, 'Bu filmi müziksiz düşünmek haksızlık olur.' diye düşünüyorum..

'Vatan, millet, kahraman evlat' martavallarıyla kandırılan gençleri; savaşta yitirdiği oğlunun hatırasıyla gaza getirilmiş bir babayı özellikle kadrajına alan Nolan, hayatında, okulunda başarılı olamadığından hor görülen, sırf bu imajını değiştirebilmek, memleketinde kendisinden sitayişle bahsedileceğini ummak uğruna ölüme giden bir çocuğun dramını da ısrarla vurguluyor..

Şu gezegeni her geçen gün daha da yaşanılmaz hale getirmekten başka bir işe yaramayan ve halklarını çıkarları doğrultusunda çıkardıkları savaşlara mecbur eden yaşlı başlı devlet yöneticileri tarafından kurban edilmek üzere cehennemin tam ortasına bırakılan gencecik çocukların salt ölüm korkularını ete kemiğe büründüren film, bol keseden 'kahraman' yaratan türdeşlerine de orta parmağını gösteriyor..

9  /10





Yapım Notuna Devam

Christopher Nolan, sinemaseverleri Gotham şehrinin sokaklarından alıp, rüyalar aleminin sonsuz dünyasına, oradan da uzayın en uzak köşelerine götürdü. Yaratıcı yönetmen-yazar-yapımcı, şimdi ilk kez, kamerasını gerçek bir olaya, hayatı boyunca ilgisini çeken Dunkirk mucizesine çevirdi.

Dunkirk —İkinci Dünya Savaşı’nın ilk aylarında gerçekleşmesine rağmen— savaşın sonucu üzerinde doğrudan etkisi olan bir tahliyeye odaklanıyor. Fakat, Nolan’ın amacı bir savaş alanı draması yaratmak değildi; o tarihi ânı, doğrudan ve sürükleyici bir sinema yapıtına, risklerin en üst düzeyde olduğu, heyecanlı, zamana karşı yarışılan destansı bir aksiyon gerilime dönüştürmekti.

Nolan bu konuda şunları söylüyor: “Dunkirk’te olup bitenler insanlık tarihinin en büyük hikayelerinden biri; zamana karşı tam bir ölüm-kalım yarışı. Olağanüstü gerilimli bir durumdu; gerçek bu. Bu filmdeki amacımız seyirciyi, tarihe mutlak bir saygıyla, o ortamın içine sürüklemek ama aynı zamanda bunu belli düzeyde bir yoğunluk ve eğlence anlayışıyla gerçekleştirmekti.”

Nolan’ın uzun süredir yapımcı ortağı olan Emma Thomas ise şunları aktarıyor: “‘Dunkirk’ çok görkemli bir film, ama aynı zamanda çok insani bir hikaye; bu anlamda evrensel. Chris seyirciyi karakterlerle birlikte bu deneyimin ortasına götürmek istedi; ister kumsaldaki askerler olarak, ister havadaki pilotlar, ister teknelerdeki siviller olarak.”

Bu kurgu filme ilham kaynağı olan çok önemli gerçek hikaye yıllardır Nolan’ı etkisi altına almıştı. “Epeyce zamandır bu hikayeyi anlatmak istiyordum” diyor yönetmen ve ekliyor: “Çoğu Britanyalı gibi, Dunkirk tahliyesinin ve yenilginin pençesinden zorlukla çekip alınan zaferin efsanevi öyküsüyle büyümüştüm. Bu, bizim kültürümüzün çok büyük bir parçası. Bu bizim iliklerimize işlemiş.”




Hikaye 1940 yılı Mayıs’ının son günlerinde, Britanya Seferî Kuvvetleri’nin Fransız, Belçikalı ve Kanadalı birliklerle birlikte Dunkirk sahiline geri çekilmeye mecbur bırakılmasıyla başlar. Memleket sadece 41 km uzakta olduğu halde, oraya ulaşmanın kolay bir yolu yoktur. Altı metrelik gelgit mesafesine sahip sığ kıyılar, Britanya’nın kalabalık donanma gemileri tarafından kurtarılmasını engeller.
Fakat bir umut vardır: Küçük teknelere, askerleri eve geri götürme çabalarına yardım etmeleri için bir çağrı yapılmış ve askeri olmayan bir “küçük gemi” filosu bu amaçla İngiltere’nin güney sahillerinden yola çıkmıştır. Buna Dinamo Operasyonu adı verilmiştir.

Filmin tarih danışmanı ve Forgotten Voices of Dunkirk (Dunkirk’ün Unutulmuş Sesleri) adlı kitabın yazarı Joshua Levine 1940 tahliyesinin sadece bir Britanya hikayesi olmaktan çok öte olduğunu vurguluyor: “Hâlen uluslararası öneme sahip, muazzam bir olaydı. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili kutlanan hiçbir şey —Britanya’da, ABD’de ve tüm dünyada— Dunkirk tahliyesi olmasa gerçekleşmezdi. İnanılmaz önemli bir hadiseydi. Eğer Britanya ordusu öldürülmüş ya da tutsak alınmış olsa, Britanya çok büyük olasılıkla teslim olurdu ve şu anda çok farklı bir dünyada yaşıyor olurduk. Bana göre, Dunkirk özgürlüğün korunmasıyla ilgili. O tekneler yola çıktığı için, dünyanın hâlâ bir şansı vardı.”

Britanyalı donanma yarbayını canlandıran Kenneth Branagh, bu görüşe katılıyor: “Eğer cesur, yürekli, sabırlı o insanlar o imkansız âna sıkışıp kalmış olmasa ve onlar bunu yaşayarak geleceğimizi korumamış olsa, sizlerin hayatı ve benimki ciddi anlamda farklı olurdu. Bu olayın askeri, sosyal, siyasi ve duygusal tarihimizdeki yeri asla azımsanamaz. Tahliyeye, bir bakıma, kahramanlığa aykırı bir şey gözüyle bakabilirsiniz ama bir şekilde de insan ruhu hakkında fevkalade kahramanca bir şeyin bir parçası.”

Aslında, kıyıya sıkışmış orduların görünürde sıfıra yakın olasılığa rağmen kurtarılmış olması Britanya kültüründe kalıcı olan bir ifadeyi yerleştirmiştir: “Dunkirk ruhu.”
Thomas bunu şöyle tanımlıyor: “Zorluklar karşısında o tür gözü pek bir yiğitlik ve kararlılık gösterilmiş olması İngilizler için bir gurur kaynağı.”
Küçük gemilerden birinin kaptanı rolünü üstlenen Mark Rylance ise şunları söylüyor: “Bu olayın İngilizler için derin bir anlamı var. O kıyıda ezik olan bizlerdik ama imkan yaratıp o dönemde üstün olan düşmanın elinden kurtulduk. Dunkirk ruhu azim, dayanıklılık ve bencillikten uzak olmak demektir.”




Kıyıdaki genç Britanya subaylarından birini canlandıran yeni aktör Fionn Whitehead, “Dunkirk ruhu bende bir birliktelik anlayışı ve topluluk olma duygusunu —zorda olan birine yardım etmek için bir araya gelmeyi— çağrıştırıyor.”

Nolan ve Thomas, Dunkirk’ü ilk olarak 1990’ların ortasında bir arkadaşlarının —“küçük tekneleri” oluşturanlara benzeyen— küçük yelkenlisiyle ziyaret ettiler. Bu yolculuk onlarda sadece okudukları bu yazgısal olay için yepyeni bir takdir duygusu yarattı. Sert deniz ve kötü hava şartlarıyla zorlaşan Manş yolculuğu beklenmedik bir şekilde 19 saat sürdü. “Çok çetin bir yolculuktu, üstelik kimse üzerimize bomba yağdırmıyordu” diyen Nolan, şöyle devam ediyor: “Gerçekten olağanüstü bulduğum şey, sivillerin küçük tekneleri bir savaş alanına götürmesiydi. Alevleri ve dumanı kilometrelerce uzaktan görebiliyorlardı, dolayısıyla böyle bir şey yapmak ve bunun topluluk ruhu açısından anlamı olağanüstü.”

Nolan sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hikayeyi nasıl anlatmak gerektiğini değerlendirirken, oldukça erken bir aşamada, olayları karadan, denizden ve havadan gösterme fikri geldi aklıma: Aksiyonu, teknelerle yardıma gelen insanları, yukarıdan onları korumaya çalışan pilotları kumsaldaki adamların bakış açısından görmeliydik. Hikayenin her bir düzlemi için farklı bir zaman skalası kullanma ihtiyacı hemen dikkatimi çekti; çünkü filmde kumsaldaki adamlar yaklaşık bir hafta orada kalıyorlar; teknelerin Manş’ı geçişi bir güne, Spitfire’ların aksiyonu ise tek bir saate yayılıyor. Bu hikaye çizgilerinin her biri  —karada bir hafta, denizde bir gün ve havada bir saat— farklı zamansal karakteristiklere sahipti. Bu yüzden, onları kurgusal olarak iç içe geçirirken çok dikkatli bir düzenleme yapmalıydım. Bu hikayeleri birbirleriyle örmek olayları çok öznel bir biçimde görmeye yöneltiyor. Ayrıca, bu sayede bir yandan her bir karakterin yolculuğunu anlarken, bir yandan da daha görülmemiş nice yolculuk olduğuna işaret edebiliyorsunuz. Böylesine büyük çaplı bir olayda, bu kadar çok sayıda bireyin deneyimlerine ilişkin kapsamlı bir anlayışı tek bir filmde sunmak mümkün değil.”

Nolan senaryo için araştırma yaparken birçok kitap ve birinci ağızdan hikayeler okudu. Ayrıca, Levine’dan da büyük ölçüde danışmanlık hizmeti aldı. Nolan, Levine için, “Erişmeye çalıştığımız o çok zor, eğlence-tarihi doğruluk dengesini çok hızlı bir şekilde anladı. Dinamo Operasyonu’ndan sağ kurtulmuş bazı gazilerle görüşmemizi de sağladı” diyor ve ekliyor: “O insanları tanımak, deneyimlerini dinlemek ve Dunkirk’ün onlar için ne anlama geldiğini keşfetmek çok ama çok büyük bir onurdu.”

Thomas ise şunları kaydediyor: “Yine de, Chris bu gerçek kahramanların söylemedikleri şeyleri söylemişler gibi göstermeme ya da zamanlama ya da dramatik etki gibi nedenlerle hikayelerini değiştirmeme konusunda çok kararlıydı. Bunun yerine, hikayeye en iyi yaklaşımın araştırmaları sırasında kendisine ilham veren öğelere dayanarak kurgu karakterler kullanmak olduğuna karar verdi.”




Olayları yalnızca birkaç karakterin gözlerinden görmek, senaryoyu okuduğu sırada Branagh’ya çok çarpıcı geldi. “Chris böylesine destansı boyut içinde çok insani bir hikayeyi tüm o kişisel anlarla bir araya getirmeyi başarmış. Bana göre, o çok parlak bir zekaya sahip usta bir sinemacı” diyor aktör.

Rylance ise şunu ekliyor: “Kimsenin bu hikayeyi daha sadık ve esaslı bir şekilde, heyecanlı ve sürükleyici bir anlatımla sunabileceğini hayal edemiyorum. Bence bu, seyirciler için olağanüstü bir sinema deneyimi olacak.”

Üçüncü kez bir Christopher Nolan filminde rol alan Tom Hardy de bu görüşe katılıyor: “Chris, bir kez daha, her zaman olduğu gibi çıtayı yukarı taşımayı başarıyor. O, altına bakılmadık taş bırakmayan, hiçbir fırsatı kaçırmayan gerçek bir profesyonel. Her zaman kontrollü ve isteklerinde kararlı ama esnek olmayan biri de değil. Bir sanatçı için son derece güçlü bir meziyet bu. Chris gerçekten cömert, hassas, komik ve inanılmaz zeki. Ona güveniyorum; bir şeyi yapacağını söylerse, yapar.”

Nolan, film için zaman-bükücü, üç düzlemli vizyonunu gerçekleştirmek için yaratıcı ekibiyle birlikte çalıştı. Söz konusu ekipte görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema, yapım tasarımcısı Nathan Crowley, kostüm tasarımcısı Jeffrey Kurland, kurgu ustası Lee Smith, özel efektler amiri Scott Fisher ve görsel efektler amiri Andrew Jackson yer alıyordu.

Nolan’ın birincil amacı seyirciyi doğrudan kumsala, Manş’ı geçen teknelere ve Spitfire’ların kokpitine koymaktı. Yönetmen The Dark Knight'la, IMAX kameralarını büyük çaplı bir sinema filminde kullanan ilk sinemacıydı ve sonraki tüm filmlerinde de IMAX kameralar kullandı. Fakat “Dunkirk” için, geniş formatın kullanımını daha da arttırdı ve filmin tamamını IMAX ile 65 mm filmlerin birleşimiyle çekti. “Bunu daha önce hiç yapmadım ama ‘Dunkirk’ muazzam bir hikaye, dolayısıyla da muazzam bir tuval gerektiriyordu” diyen Nolan, açıklamalarını şöyle sürdürüyor:
“IMAX filmle çekim yapmamızın nedeni üç boyutlu görüntü kalitesinin rakipsiz olması. Sinema salonunda oturduğunuzda, perde yok oluyor ve görüntüleri gerçekten çok somut bir şekilde algılıyorsunuz. IMAX inanılmaz panoramalar ve büyük çaplı aksiyon sunuyor. Öte yandan, yıllar içinde gördük ki onu daha samimi durumlarda kullandığınızda da son derece sürükleyici bir yakınlık sağlıyor. Bu yüzden, filmi efektle değil fiziksel olarak yapmanın bir yolunu bulursak, elde edeceğimiz sonuçlara kesinlikle değeceğini hissettik.”

Nolan’ın filmlerinin bir diğer alameti farikası, aksiyonu kamerayla yakalamayı tercih edip, dijital efektler ve BYG’lerden olabildiğince kaçınmasıdır. “Bana göre” diye açıklıyor yönetmen, “gerçek şeyler ve gerçek insanlarla çalışmaya gayret göstermek her zaman çok önemlidir. Bu şekilde çalışarak elde edilen sonuç çok organik ve kavrayıcıdır, sizi hikayenin içine sürükler.”

Oyuncular için de bu, aynı ölçüde doğruydu. Yönetmenle beşinci kez birlikte çalışan Cillian Murphy şunları söylüyor: “Sadece kendi adıma konuşabilirim ama ben kesinlikle diğer oyuncuların da buna katılacağını düşünüyorum: Gerçek bir ortamdaysanız ve olaylar gerçekten oluyorsa, karakterinizin yolculuğunun daha dürüst ve gerçekçi bir portresini çizebilirsiniz.”

Gerçekçiliğe katkıda bulunan bir diğer unsur, yapım ekibi, çekim ekibi ve oyuncuların filmin bir kısmını mucizevi olayın geçtiği kumsalda, yılın tam olarak aynı döneminde çekme onuruna erişmesiydi. Olumsuz hava şartları, sert deniz ve dalgakıranın —bir kilometre uzunluğunda, dar, tehlikeli şekilde Manş’ın soğuk sularına uzanan, tahta kaplı mendirek— inşaatı gibi bazı lojistik zorluklar söz konusuydu. Yine de, Thomas bunun olası en iyi seçim olduğunu ifade ediyor: “Dunkirk’teki kumsal eşsiz bir yer. Başka seçeneklere de baktık ama ihtiyacımız olan görüntüyü başka bir yerde kopyalamamızın çok zor olacağı açıktı. Olayın gerçekleştiği mekanda çekim yapabildiğimiz için hepimiz çok şanslı hissettik.”




OYUNCU SEÇİMİ

Christopher Nolan’ın gerçekçilik arayışı oyuncu seçimlerine de yansıdı, özellikle hayatları tehlikede olan genç adamları canlandıracak aktörler konusunda. Yönetmen bunu şöyle açıklıyor: “Üç hikaye düzleminin her birinde, karakterlerin yaşlarına yakın oyuncularla çalışmak istedim. Bu korkunç çatışmada savaşmaya giden genç erkeklerin gerçekliğine sadık kalmaya kararlıydık. Bunlardan bazıları daha çocuk yaştaydı. Yeni yüzler istedik ki seyirciler bu olayları onların gözünden yaşayabilsinler.”

Keşiflerinden biri, bu filmle sinemaya adım atan ve kilit bir rol olan Tommy’yi canlandıran Fionn Whitehead’di. Ateş altındaki bu genç asker, komşu kasabadan zar zor kaçsa da sonuçta kendini bulduğu yer, kaderlerini bekleyen yüz binlerce askerin sıkışıp kaldığı Dunkirk kumsalı olur.
Whitehead canlandırdığı karakter için şunları söylüyor: “Tommy klasik, sıradan bir asker. Çok genç ve çok deneyimsiz; üstelik muhtemelen askere böyle bir şey yaşamak için yazılmadı. Fakat pratik zekalı biri ve hayatta kalmak için elinden geleni yapmaya kararlı.”

Tomy kumsala vardıktan kısa bir süre sonra, Gibson adlı bir askerle tanışır ve aralarında bir bağ kurulur. Gibson rolündeki Aneurin Barnard, “O kumsaldan kurtulmalarının tek yolu birlikte bir sedye taşıyıp, dalgakıranın sonundaki hastane gemisine binmeye çalışmak” diyor ve ekliyor: “Dolayısıyla, hızlı bir şekilde kaynaşıyoruz çünkü bu güvenin hemen oluşması gerekiyor. Her ikimizin de hayatı diğerinin elinde.”

Planları onları gerçekten de dalgakırana götürür. Burada Alex’le tanışırlar. Bu rolle sinemaya adım atan Harry Styles şunları söylüyor: “Alex iyi biri gibi duran genç bir asker ama sıradışı bir yanı da var. Yüreği diğer adamlara göre biraz daha katılaşmış. Alex sert adam olma fikrinden hoşlanıyor ama aynı zamanda gerçekten korkuyor.”

Styles için, Tommy, Gibson ve Alex’in çabucak bağ kurmasında şaşılacak bir yan yok: “Bence üniformalı adamlar için, yanınızdaki adamın ne iş yaptığı önemli değildi. O ve siz vardınız. ‘Pekala, aynı taraftayız, dolayısıyla birlikte hareket etmemiz gerekir. Buradan kurtulmak için birbirimize yardım edeceğiz’ diye düşünülürdü. Bu tam bir yoldaşlık durumu. Birbirlerinin isimlerini bile bilmeyebilirler ama bunun gerçekten önemi yok. O da seninle aynı üniformayı giyiyor, demek ki aynı takımdasınız. Bu, aile olmak gibi.”




Tommy, Gibson ve Alex’in özgürlüğe uzanan yolu dar bir dalgakırandır. İki buçuk metre genişliğindeki bu tehlikeli mendireğin sorumlusu, Yarbay Bolton (Kenneth Branagh) adında bir deniz subayıdır. “Bolton mendireğe gelen gemilerin ve teknelerin lojistiğini organize etmekten sorumlu kişi. Mendirekte gemiler ve tekneler demirleyip, asker yolcularını alarak yeniden denize açılıyorlar” diyen aktör, şöyle devam ediyor: “Ve tüm bunların hızla, azami etkililikle yapılması zorunlu çünkü ateş altındalar. Dolayısıyla, Bolton’ın kilit bir bölgede muazzam bir sorumluluğu var; ölüm-kalım kararları verirken, baskı altındayken sakin kalması gerekiyor. Asker sayısı çok fazla olduğu için herkesi gemilere bindirmek mümkün değildi. Onu içine soktukları durum gerçekten berbat.”

Mendirekte Bolton’la birlikte bulunan yüksek mevkili subay, Albay Winnant’tır. Bu rolü üstlenen James D’Arcy’ye göre, “Winnant zamanının büyük kısmını insanları oradan çıkarmanın lojistiğini Yarbay Bolton’la tartışarak geçiriyor. Hikayenin çoğu, neler olup bittiği konusunda hiçbir fikirleri olamayan bu çocukların gözünden anlatılıyor. Yani, Albay Winnant ve Yarbay Bolton orada nelerin olduğunu hakikaten anlayan çok az sayıdaki karakterler arasında yer alıyorlar.”

İki kıdemli subay aynı zamanda kumsalda Dinamo Operasyonu’ndan haberdar olan az sayıdaki kişiler arasındadırlar: Dinamo Operasyonu sivil teknelerin mobilize edilip, kıyıya yanaşmayı başararak çok az sayıda da olsa askeri kurtardığı operasyondur.

İngiltere’den gelen böyle bir tekne Moonstone’dur. Bu küçük, ahşap yatın sahibi ve kaptanı Bay Dawson’dır. Mark Rylance, “Beni projeye çeken şey hem tarihti, hem de Chris’in senaryoda hikayeye ilginç yaklaşımıydı. Bunun gerçekten muhteşem olduğunu düşündüm” dedikten sonra, şöyle devam ediyor: “Benim canlandırdığım karakter yatlarını ya da küçük teknelerini Manş’tan geçirip o adamları kumsaldan kurtarma çağrısına yanıt veren yüzlerce sivil İngiliz’den biri.”

Bay Dawson’a 19 yaşındaki oğlu Peter da eşlik eder. Bu rolü üstlenen Tom Glynn-Carney sinemaya bir Christopher Nolan filmiyle adım atmayı, “derin sulara fırlatılmak” olarak niteledikten sonra, şunları söylüyor: “Ama Chris ondan umduğum her şeydi ve hatta fazlasıydı. Son derece yardımseverdi ve ona tüm varlığımla güvendim. Ayrıca, Mark gibi birinin kanatları altında olmak da güzeldi. Onu izleyip bir şeyler öğrenmek, kamera önünde baba oğul olarak ilişkimizi geliştirmek paha biçilmez bir deneyimdi.”




Bay Dawson ve Peter demir almak üzereyken, Peter’ın arkadaşı George da bir macera —ilk macerası— olacağını düşündüğü deneyime ortak olmak için Moonstone’a atlar. Bu roldeki Barry Keoghan, “George aslında neye doğru yelken açtığını tam bilmeden tekneye atlıyor. Bay Dawson’ı örnek alan bir genç olduğu için yardım etmek istiyor ama Manş’ın diğer yanında neler olduğu konusunda biraz nahif” diyor.

Ancak, Moonstone’daki herkes Dunkirk’e gitmeye istekli değildir. Seyahatlerinin yarı yolunda, Bay Dawson ve gençler torpido isabet etmiş bir gemiden sağ kurtulmuş, savaş sonrası nevrozu yaşayan birini tekneye alırlar. Cillian Murphy sadece Titreyen Asker olarak bilinen ve zar zor kurtulduğu cehenneme geri dönmeye hiç niyetli olmayan askeri canlandırdı. “Benim karakterim savaşın insanın akıl sağlığı üzerindeki derin etkisini temsil ediyor” diyor Murphy.
Canlandırdığı karaktere bir isim verilmemiş olmasına rağmen, Murphy, yeniden Nolan’la çalışma fırsatını kaçırmamak için rolü üstlenme konusunda hiç tereddüt yaşamadığını belirtiyor: “Chris’in filmleri destansı bir havaya ve ölçeğe sahip. Yine de, onları yaparken çok özlü ve sahici hissediyorsunuz. Onun çalışma şekli sayesinde, bu dev çaplı prodüksiyonların içinde asla kaybolmuş hissetmiyorsunuz. Bunun nedeni Nolan’ın oyunculara olan yakınlığı; sizinle her zaman her şeyin üstünden geçiyor. Her anlamda her şeye tamamen hakim.”

Manş’ın sularının ve kumsalın kumlarının üzerinde, RAF Spitfire uçaklar aşağıdaki adamlara destek olmak ve gemilere saldıran Luftwaffe uçaklarıyla savaşmak üzere semada gezinmektedirler. Spitfire pilotlarının en genci Collins’i canlandıran Jack Lowden şunları söylüyor: “Bizim görevimiz kumsaldaki askerleri korumak. Dunkirk üzerinde sortideyiz ve çok geçmeden çatışmalar başlıyor. O adamlar bir iş yapmak için oradalar. Onlar askere çağrılmış askerler değiller. RAF pilotu olmak bir seçimdi, üstelik de çok ayrıcalıklı bir seçim. Hızlı ve zeki olmak zorundaydınız. Collins bunu kralı ve ülkesi için olduğu kadar kendi için de seçmiş.”

Daha kıdemli RAF pilotlarından Farrier’ı canlandıran Tom Hardy belki de projeye en kişisel bağı olan oyuncuydu. “Büyükbabam Dunkirk’teymiş. Bana onu anlatmıştı” diyor aktör.
Emma Thomas, Hardy’nin rol için mükemmel olmasının başka nedenleri de olduğunu dile getiriyor: “Tom bir uçakta küçük bir kokpit içinde, dolayısıyla hareketleri çok kısıtlı. Fakat onun muazzam bir karizması var ve fizikselliğini çok ilginç şekillerde kullanabiliyor. Bir kez daha, yüzünün büyük bir kısmını kapadık. Tom’la bunu yapabilmemizin nedeni çok ifadeli bir aktör olması; yüzünün tamamını görmeye ihtiyacınız yok. Filmde yalnızca gözlerinin göründüğü anlar var. O zaman bile iletişim kurup, sırf gözleriyle bir hikaye anlatabiliyor.”
Hardy, “Chris yaptığı işin en iyisi. Bir oyuncu olarak beni zorluyor ve bana ilham veriyor. Sırf onunla bir arada olmak için herhangi bir rolü kabul ederim” diyerek, Nolan’la tekrar birlikte çalışmaya istekli olduğunu belirtiyor.




KARADAKİ SAVAŞ

Mendirek: Bir Hafta

Nasıl ki hikayedeki aksiyon karada, denizde ve havada farklı zaman düzlemlerine yayılıyorsa, “Dunkirk”ün çekimleri de her üç sahayı kapsadı.
Yapımcıların verdiği en etkili yaratıcı kararlardan biri yaklaşık seksen yıl önce çok önemli olayların gerçekleştiği yerin sıfır noktasında kara-merkezli çekim yapmaya konsantre olmaktı. Ön yapım aşamasında, Nolan, Thomas ve yapım tasarımcısı Nathan Crowley beraberce Dunkirk’ü ziyaret ettiler. “İlk başta, mutlaka orada çekim yapacağız diye düşünmüyorduk ve diğer olasılıkları irdeliyorduk” diyor Nolan ve ekliyor: “Fakat o yerin gerçekliğini ve coğrafyasının benzersiz niteliğini görünce orada çekim yapmamız kaçınılmaz oldu, zorluklar her ne olursa olsun. Böylece, oraya dört elle sarıldık.”

Tarihi kumsalı çekime hazırlama konusunda yapılması gereken ilk işlerden biri hiç kuşkusuz mekana özgü bir şeydi. Çekimlerden önce, kumda uzun süredir gömülü kalmış olabilecek patlamamış herhangi bir mühimmat için bölgeyi taradılar. Yönetici yapımcı Jake Myers şunu paylaşıyor: “Özel efektler ekibimizin orada kontrollü patlamalar yapacağımızı biliyorduk. Bu yüzden, çok dikkatli tetkikler yapmak ve patlamamış bir mermi bile olsa her şeyi kontrol etmek zorundaydık. Neyse ki hiçbir şey çıkmadı.”

Öte yandan, Dunkirk’teki en kapsamlı iş, doğu dalgakıranından arta kalanı 1940’taki hâline döndürmekti. Crowley bu konuda, “Kumsalda durmuş, ‘Aman Tanrım, koca bir iskele inşa etmemiz gerekiyor’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Dalgakıran taştan bir mendirektir; o dönemin yüksek gemilerinden yük indirebilmek için mendireğin üzerine beyaz, ahşap bir yapı da inşa etmişlerdi. İşte kopyasını yapmamız gereken şey buydu” diyor.

Restorasyon, tarihçi Joshua Levine üzerinde derin bir etki bıraktı. “Dunkirk’teki mendireği geçici olarak 1940’taki haline döndürmek için yapılan inşaata tanık olmak olağanüstü duygusal bir deneyimdi” diyor Levine ve ekliyor: “Sarsıcıydı, etkileyiciydi; ve bence çok önemliydi.”

Thomas ise şunları söylüyor: “Dunkirk’ün belirleyici bir özelliği olduğu için, mendireği yeniden inşa etmemiz gerekiyordu. Bu mendirek tahliyede hayati rol oynadı; çünkü kıyıda su son derece sığdı ve büyük gemilerin kıyıya yanaşmasını imkansızlaştırıyordu. Dolayısıyla, askerler bu dar dalgakırana doluştular. Buranın fotoğrafları inanılmaz bir görsellik sunuyor.”

Myers şunu ekliyor: “Binlerce insan okyanusa doğru uzanan bu daracık iskeleye akın ediyor ve hava saldırılarına tamamen açık bir şekilde orada öylece duruyorlardı.”

Yapımın yeniden yarattığı mendirek de savunmasızdı, ama doğaya karşı. Crowley’nin sanat departmanı, mendireklerinin okyanusun gücüne karşı koyabilmesi için bacaklarını 35x35 santimlik kalaslardan inşa etti. “Yaklaşık 180 metre mevcut iskele inşaatı vardı, biz buna 150 metre kadar daha ekledik” diyen yapım tasarımcısı, şöyle devam ediyor: “Şehir ve liman yetkililerinin, ayrıca dip temizleme şirketlerinin yardımına başvurmamızı gerektiren çok büyük bir çabaydı bu. Üstelik, her şeyi kamera ile yapmaya çalıştığımız için gemilerin belli bir düzen içinde demirlemesi gerekiyordu. Uygulamada çok zor bir çekimdi.”




Fransa sahillerinde yaz başında havaların güzel olacağını uman yapımcılar için sert hava şartları da beklemedikleri bir zorluktu. Filmin çekim programının bir kısmı, 27 Mayıs ile 4 Haziran arası, gerçek tahliyenin yıl dönümüne denk geldi. 1940’taki gerçek tahliyenin en önemli günlerinde hava oldukça sakin olduğu halde, “Dunkirk” çekimi gerçekten korkunç hava şartlarına maruz kaldı. Fırtınalardan biri o kadar kötüydü ki yapımın inşa ettiği mendirekten parçalar kopardı.
“Rüzgar estikçe, dalgalar mendireği adeta dövdü” diyor özel efektler amiri Scott Fisher ve ekliyor: “Kalaslar çok güçlüydü ve mendirek de çok ağır şartlara dayanıklı inşa edilmişti ama hava durumu tahminlerimizin çok ötesinde kötüydü. Dalgaların sürekli olarak dövdüğü mendireğin bazı parçaları soyulmaya ve yük platformları ortaya çıkmaya başladı.”

Thomas, “Çeşitli kereler sabah sete geldiğimizde, mendireğimizden parçaların gece vakti sökülüp gitmiş olduğunu gördük” diyor.
Crowley de bunu doğruluyor: “Deniz oldukça dalgalıydı. Olumlu olan tek şey, denizin mendirekten kopardığı parçaların her zaman kumsalın aynı kısmına vurmasıydı. Dolayısıyla tüm parçaların nerede olduğunu biliyor ve gidip onları oradan alıp geri getiriyorduk. Sürekli bir tamirat söz konusuydu.”

Crowley’nin ekibinin, mendireğin yanı sıra, bambaşka türde bir suya erişim yapısı da yaratması gerekti. “O dönemde askerlerin yaptığı bir şey kamyonlardan eğreti bir iskele oluşturmaktı; kamyonları suyun içine sürüp yan yana diziyorlardı” diyor Crowley ve gülerek ekliyor: “Dolayısıyla, biz de kamyondan bir iskele yaptık… ve kamyondan bir iskele oluşturmanın zorluğunu öğrendik.”

Kıyıda çekim yapmayı zorlaştıran tek şey hava şartları değildi. Gelgit de yapım için, 1940’da tahliye edilen ordu için olduğu kadar büyük bir engel teşkil ediyordu. Nolan, “Dalga —filmdeki gerçek olaylarda da olduğu gibi— çok önemli bir unsurdu çünkü Dunkirk’teki gelgit dalgaları çok büyük” diyerek bunu doğruluyor.

Hızla değişen hava şartlarının ise devamlılık açısından sonuçları vardı. Görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema şunu kaydediyor: “Fransa’nın o bölgesindeki Kuzey Denizi’nde hava çok basıktır, sürekli değişen bulutlar çok alçaktan geçer. Güneş bir an bulutların arasından sızarken, bir anda bakarsınız sis çökmüş. Burada çok dinamik bir hava sistemi vardır. Her kayıtta tutarlı ve keskin bir görüntü hedefliyorsanız, kendi kuyruğunuzu kovalıyor olursunuz. Ancak, biz farklı zaman düzlemleri arasında sıçramalar yaptığımız için, sürekli değişen ışığı bütünleştirmeyi başardık.”

Nolan, güvenli olduğu sürece, fırtınalı havadan olabildiğince yararlanmaya istekliydi. “Buradaki ironi şu: Bana hava konusunda çok şanslı olmakla ünlü olduğum söylendi ama gerçekten de hava konusunda inanılmaz şanssızımdır” diyor yönetmen gülerek ve ekliyor: “Ona kucak açmak zorundasınız; ve bu anlamda, kendi şansınızı kendiniz yaratırsınız. Gerçek şu ki yakaladığınız en güzel görünen bazı görüntüler en sert hava şartlarında gerçekleşir.”




Oyuncular ve çekim ekibi Nolan’ın daima en zor anlarda bile yanlarında olup onlara cesaret vermesini takdir ettiler. Harry Styles hayretini belirtmek için şunları söylüyor: “Chris hiç oturmuyor! Verdiği her mola, buna hepimizin ihtiyaç duyduğunu bildiği içindi. Herkesi monitörden izlediği sıcak bir çadır içinde oturmuyordu. Dışarıda herkesle birlikte çalışıyordu. Kendisine büyük saygı duydum.”

Aneurin Barnard ise, “Böyle bir şeyi bir araya getirmek adeta askeri bir operasyon yapmak gibi. Yapımın çapı gerçekten muazzamdı; bu, havasıyla, patlamalarıyla ve tüm o aksiyonuyla gerçek bir sınavdı” diyor.

Kumsalda oyuncu kadrosunun yanı sıra binlerce figüran olduğu için, Fisher ve özel efektler ekibinin kıyıya sıkışmış askerlerin üzerine yağan bombalardan kaynaklanan patlamaları çok dikkatlice planlamaları gerekiyordu. “Burası bir kumsal ama pek çok taş ve moloz da barındırıyor” diyen Fisher, şöyle devam ediyor: “Güvenlik için delikler açıp, fünyeleri yerleştiriyorduk. Sonrasında ise delikleri kapamak için elenmiş, ince kum kullanıyorduk ki patlamalar sırasında havada taş ve molozlar uçuşmasın.”

Oyunculara ve tüm figüranlara üniforma hazırlamak kostüm tasarımcısı ve ekibi için, kapsamlı bir araştırmayla başlayan çok zahmetli bir işti. Kurland şunları söylüyor: “Kitapları taradık, eBay’e girdik ve o döneme ait dergiler satın aldık. Tüm eski haber arşivlerini izledik ve birinci ağızdan inanılmaz hikayeler dinledik. Son derece kapsamlı bir araştırma yaptık ve bunları tüm ekiplerle paylaştık çünkü hepimiz bu işi en doğru şekilde yapmak konusunda çok gayretliydik.”

Ayrıntılara gösterilen bu özen oyuncu kadrosu için de geçerliydi. Styles şunları paylaşıyor: “Birinci gün, üniformamı giydim, dışarı çıktım. Chris bana baktı ve, ‘Botlarının ipi yanlış bağlanmış’ dedi. Britanya askerlerinin bağcıklarını çaprazlama değil düz bağladığını açıkladı. Dunkirk hakkında her şeyi en ufak ayrıntısına kadar araştırmıştı. Hepimizin aynı amaç uğrunda çalıştığı böyle bir projede yer almak tek kelimeyle müthişti.”




Kurland’ın ekibi için en büyük zorluk, kostümlerin her bir parçasının sıfırdan yapılmasının gerekmesiydi. “Hiçbir şey kiralamadık çünkü çok fazla parçaya zarar verebileceğimizden korkuyorduk. Bu yüzden, her şeyin bizim tarafımızdan hazırlanması gerekiyordu” diyor Kurland ve ekliyor: “Öte yandan, her şey bize ait olduğu için onlara istediğimizi yapabiliyorduk. Üniformaları yapmak için yün dokuttuk ve sonra kumaşın havını tıraşladık çünkü tonu Chrs’in istediği gibi değildi. Ayrıca, ben de yünü biraz inceltmek istedim. Bu yüzden, her bir parçayı tek tek ıslatıp, ardından dikkatli bir şekilde alazladık. Bunun da sonrasında, kıyafetleri eskittik. Aşırı derecede zaman alan muazzam bir süreçti.”

Figüranların çoğu Dunkirk kasabasından geldi. “Yani, filmde sırf kasabanın kendisi yer almakla kalmadı, buranın sakinleri de onun bir parçası oldu” diyor Thomas ve ekliyor: “Belediye başkanı bize her açıdan çok büyük destek verdi.”
Thomas sözlerini şöyle sürdürüyor: “O yerde olmak gerçekten acayip bir şeydi. Bugün bile orada 1940’taki olayları hatırlatan ve her an karşınıza çıkan şeyler var. Özellikle gelgitten dolayı sular çekildiğinde, mendireğin hemen yanında batmış bir geminin enkazını görüyorsunuz. Ayrıca, askerlerin üniformalarından düşmüş düğme ve kemer tokalarına rastlıyorsunuz. Gerçekten inanılmaz.”

Dunkirk’te çekim yapmak, askerleri canlandıran oyuncular üzerinde güçlü bir etki yarattı. Her şeyden önce, yaklaşık seksen yıl önce bu kumsaldaki genç adamların nasıl bir durumda olduklarını gerçekten anlamalarını sağladı. Fionn Whitehead bunu şöyle açıklıyor: “Kesinlikle, oldukça hırpalandığım günler oldu. Aralıksız yağmur, dondurucu bir hava, çok kuvvetli rüzgar vardı ve biz sırılsıklam oluyorduk. Üzerimizdeki o döneme ait üniformalar yün olduğundan tüm suyu emiyorlardı. Gerçekten inanılmaz perişandık. Ama sonra o dönemdeki askerlerin yaşadıklarının gerçekliğini tüm benliğimle anladım. Kumsala çıktığınızda üzerinize sular yağar ve her yerde patlamalar olurken o dönemi hayal etmek çok kolaydı...  Bu durum bize çok yardımcı oldu. Çektiğimiz şey artık yalnızca bir hikaye değildi. O askerlere daha önce hiç duymadığım bir empati duydum. Orada olmak, onların yaşadıklarının nasıl korkunç olduğunu ve yaşadıkları gerçek mücadeleyi fark etmemi sağladı.”

Yapımcılar da aynı empatiyi paylaşıyorlardı. “Beni gerçekten can evimden vuran anlar günlerce o kumsalda, o şartlar altında olmanın fiziksel olarak beni ne kadar yıprattığını hissettiğim anlardı” diyen Thomas, şöyle devam ediyor: “Oysa tabi ki kimse bana saldırmıyordu ve geceleri sıcacık yatağıma dönüyordum. Kumsalda çekim yapmak bana o adamların o kumsalda neler yaşamış olduğunu hatırlattı.”




SUDA

Deniz: Bir Gün

Su sekanslarının bir kısmı Manş Denizi’nde Dunkirk yakınlarında çekilmiş olsa da, Moonstone sahnelerinin çoğunluğu Hollanda’da, Ijsselmeer isimli yapay sığ bir gölde çekildi.
Nolan, “Hoyte’nin önerisiyle, Ijsselmeer’e gitmiştik. Bu gölde gelgit olmadığı için, setleri dibe gönül rahatlığıyla sabitleyebiliyorduk. Gölün derinliği 3-4 metreydi ve açık deniz gibi duruyordu ama genel olarak biraz daha durgundu” diyor.
Nolan, su çekimlerine hazırlık yaparken, kilit ekibiyle çeşitli keşif gezileri düzenledi. Yönetmen şunu söylüyor: “Teknelerin hareketlerini gerçekten deneyimledik ve bunların nasıl görüntülenmesi gerektiği hakkında ayrıntılıca konuştuk. Ortaya çıkan temel felsefe olabildiğince çok el kamerasıyla çekim yapmaktı çünkü Hoyte gibi usta bir el kameramanınız varken, dalgalarla birlikte aşağı yukarı hareket eden bir teknede, o sizin en sabit ve çok yönlü kamera platformunuzdur. Ve bunu diğer gemilerin temposuna ayak uydurabilen bir kamera gemisiyle bileşimli olarak yapacaktık ki gemiden gemiye çok çeşitli açılardan kayıt alabilelim. Bunlar bizim suda çalışmaya yönelik en önemli iki yaklaşımımız oldu.”

"Dunkirk" için kullanılan kamera gemisi, Nolan’ın “Dark Knight” filmlerindeki araba sekanslarında kullanmış olduğu ekipmanın dahice bir uyarlamasıydı. Bu ekipmanın adı Edge’di. Myers onunla ilgili şu açıklamayı yapıyor: “O, bir Mercedes SUV üzerine monte edilmiş bir vinç.  Buna denk bir gemi ekipmanı yaratmak istediğimiz için büyük bir katamaran bulduk ve önüne sekiz metre uzunluğunda, cayro dengeli, teleskopik bir vinç monte ettik. Çok çevik bir aletti, IMAX kameralarını tutarken kolayca dönebiliyor ve manevra yapabiliyordu. Bu sayede, kameralar su seviyesine olabildiğince yaklaşabiliyorlardı. Bu platformu gerçekten de denizdeki her şeyin çekiminde kullandık.”

Film arabalar üzerinde çalışmaya daha alışkın olan Edge koordinatörü Dean Bailey için ilginç bazı sınavlar sunuyordu. “Gemide her şey daha yavaş” diyor Bailey ve ekliyor: “Pozisyonunuzu koruyamıyorsunuz: Rüzgar sizi etkiliyor; dalgalar, gelgit ve akıntılar da öyle…  Ayrıca, sistem de iki ay boyunca neredeyse her gün ıslandı. Ama biz onu su geçirmez olacak ve o sürekli darbelere dayanacak şekilde tasarladık.”
NoIan da bunu doğruluyor: “Edge sorumlusu arkadaşlar ilk kez böylesine geniş bir taşıta vinç monte ettiler. Bu devasa bir kamera platformuydu ve çok zorlu şartlara dayanabiliyordu.”

Nathan Crowley yapım için gerekli tüm gemi ve teknelerin toplanmasına yardım etmek için deneyimli denizcilik koordinatörü Neil Andrea’yla birlikte çalışarak, dokuz farklı ülkeden o dönemden kalmış düzinelerce deniz taşıtının izini sürdü. Bu taşıtlar arasında üç mayın tarama gemisi, bir hastane gemisi ve Maillé-Brézé isimli, 106 metre uzunluğunda bir Fransız destroyeri vardı. 1991 yılından beri müzede sergilenmekte olan bu destroyer, artık motoru olmadığı için, Nantes’tan çekilerek getirildi. Maillé-Brézé filmin en çarpıcı görsellerinden birini sağladı. O sahneyi, “Moonstone, güvertesinde yüzlerce askerin durduğu, büyük bir destroyerle yan yana ilerliyor” diye aktaran Thomas, şöyle devam ediyor: “Bu benim için ‘Dunkirk’ün en içime işleyen sahnelerinden biri çünkü hikayenin hayret verici niteliğini özetliyor: Sıradan insanların, gezi tekneleriyle, ordu için gerçek bir fark yaratmayı başarmış olmaları.”




Yapım ekibi Bay Dawson’ın Moonstone’unun yerine geçmesi için 1939 yapımı, 12 metrelik antika bir yat satın aldı. “Tekneyi satın aldık çünkü bu sayede çekim ekibi, oyuncular ve IMAX kameraları için gerekli her türlü düzenlemeyi yapma özgürlüğüne sahip olduk” diyor Andrea.
Hemen hemen bütün sahneleri Moonstone’da geçen Mark Rylance canlandırdığı karakterin teknesine ayrı bir hayranlık beslediğini dile getiriyor: “Ona gerçekten aşık oldum. Kabinde oturarak saatler geçirdim. Yatın kabini çok güzel. Muhteşem sanat departmanımız onu raflarda küçük kitaplar ve o döneme ait eski eşyalarla süsledi. Çekmeceleri açtığınızda bile, içlerinde 1940’lardan kalma harika teneke kutular ve eşyalar görüyordunuz. Fakat teknenin derin bir karinası yoktu; bu yüzden sudaki herhangi bir şey kadar sallanıyordu.”

Barry Keoghan ise şunları aktarıyor: “Buna kesinlikle alışmam gerekti. Deniz üstünde dengemi bulmam birkaç gün sürdü. Moonstone’da takılarak uzun zaman geçirdik ve güvertede yürümeye çok alıştık. Chris bizim teknenin sahibiymişiz gibi hissetmemizi istedi ki bu bence perdeye yansıyacak.”

Van Hoytema kendisi için en büyük meselenin sallanan, küçük güvertede ağır, geniş formatlı kameraların omuzda taşınması olduğunu söylüyor: “Parkta gezinmek gibi değildi. Daracık bir yerdi ve dalgalar varken kamerayı tutmak çok zordu. Neyse ki, kamera desteği anlamında benim adeta sağ kolum olan set ekibi şefim Ryan Monro vardı. Kendisini teknenin gövdesindeki deliklere geçirilmiş kabloların tuttuğu bir dizgine bağlayıp, yanımda durarak kamerayı desteklememe yardımcı oldu. Kamerayı kullanacak dengeyi korumamı ve serbestçe durabilmemi sağlamak için simbiyotik bir yöntem geliştirdik.”

Nolan ise, “Bu işkencevari bir şey olabilirdi ama aynı zamanda eğlenceliydi de çünkü Hoyte ile benim en sevdiğimiz türde sinemacılığa geri dönüş gibiydi. Bence oyuncular da en çok böylesini seviyor: Kesinlikle minimal set ekibiyle o anda olayın içinde olmak” diyor.

Manş denizinde ya da gölde sahneler çekmek, diğer departmanların da suyun üzerinde kendi küçük filolarını oluşturmak zorunda olması demekti. Kamera teknelerinin yanı sıra, güvenlik tekneleri, makyaj ve saç tekneleri, kostüm tekneleri ve daha nicesi vardı. Hatta yemeklerin bile oyuncu kadrosu ve çekim ekibine tekneyle gönderilmesi gerekiyordu. Fakat kara merkezli bir yapımdan farklı olarak, Nolan farklı bir açı için kamerayı hareket ettirdiğinde yoldan kaçmak o kadar kolay değildi. Thomas şunu belirtiyor: “Belli bir yönde her çekim yaptığınızda, tüm o teknelerin görüntü dışına çıkması gerekiyordu. Buna tanık olmak kayda değer bir şeydi.”

Yapımın denizdeki en büyük gününde —küçük teknelerin Manş’ı geçişinin kaydedildiği hafta içinde— Manş Denizi’nde toplanmış 62 adet tekne vardı. Yapımcıların son derece minnettar olduğu bir konu, bunların arasında bazılarının 1940’ta Dunkirk kumsalındaki adamları kurtarmak için denize açılmış tekneler oluşuydu. Söz konusu tekneler Dunkirk Küçük Tekneler Derneği tarafından korunmuştu. Cesur ve tarihi yolculuklarını film için yeniden canlandıran tekneler şunlardı: Caronia, Elvin, Endeavour, Hilfranor, Mary Jane, Mimosa, MTB 102, New Britannic, Nyula, Papillon, Princess Elizabeth ve RIIS I.
Film için edinilen gemilerden bazıları yaratıcı şekillerde farklı amaçlar için kullanıldı.  Örneğin, mayın tarayıcılar Crowley’nin ekibi tarafından arka plan çekimlerinde destroyer gibi görünecek şekilde giydirildi. Crowley, “Rotterdam’dan, yaklaşık 60 metre uzunluğunda eski bir Sahil Güvenlik teknesi alıp, ona bir destroyer profili kazandırmak için dışına hafif silahlar ve kuleler ekledik” diyor.

Ne var ki, her şeyin Manş Denizi ya da Ijsselmeer’in sularında başarılabilmesi mümkün değildi. Fisher, “Warner Bros.’un dünyanın en büyük su tanklarından birine sahip olan 16 no’lu platosuna yalpa çemberleri kurduk. Burayı gemilerin içinde efekt gerektiren sahneler için kullandık. Ayrıca, 55 tonluk bir geminin batışını çekmek için de, Universal Stüdyoları’ndaki Falls Lake’ten yararlandık” diyor.




KANATLANMA

Hava: Bir Saat

Moonstone Dunkirk’e ilerlerken, Bay Dawson, Peter ve George üzerlerinden uçan bir RAF Spitfire görünce çok sevinirler. Oyuncular için bu uçak bir görsel efekt değildi: Üç adet antika Spitfire Manş semalarında süzülürken çekildi. Tom Glynn-Carney bu görüntüden dolayı duyulan hayret için fazlaca rol yapmak gerekmediğini ifade ediyor: “O durumlarda oynarken, aslında tek yapmanız gereken şey olup biteni seyretmekti. Başınızdan birkaç metre yukarıda Spitfire’ların uçması gerçekten akıl almazdı. Bir daha ne zaman böyle bir şey görebilirsiniz ki? Hayatta karşınıza bir kez çıkacak bir fırsattı!”

Nolan ön yapım sırasında bir Spitfire’la kendi uçtuktan sonra, Dunkirk’teki adamların savunulmasına yardım eden bu muhteşem uçakların dinamiğini gerçek anlamda hissedebilmeleri için Van Hoytema ve Crowley’yi de aynısını yapmaya teşvik etti. “Bir Spitfire’la havalandığınızda, ki ben bunu yapacak kadar şanslıydım, o uçakları uçuran ve o şartlara göğüs geren adamlara karşı muazzam bir saygı duyuyorsunuz” diyen Nolan, şöyle devam ediyor: “Doğrusu çok heyecan verici bir deneyim ama bunlar içi rahat uçaklar değiller. Fiziksel dayanıklılık ve konsantrasyon düzeyini —ayrıca pilotların sahip olması gereken bariz cesareti— göstermek büyüleyiciydi.”

Nolan, filmin şiddetli yoğunluktaki hava angajmanlarını gerçek çekimlerle, özellikle de geniş formatlı kameralar kullanarak görüntülemek için bir kez daha sınırları zorladı. Bu konuda şunları söylüyor: “Günümüzde, GoPro ve benzeri kameralarla, insanlar aşırı derecede fiziksel olayları çok ilginç nesnel açılardan görmeye fazlasıyla alıştı. Bu durum, 1940’ın uçaklarını modern izleyicinin ilgisini çekecek şekilde göstermeye çalışmak anlamında, biz sinemacılar için çıtayı yükseltiyor. Pilotun bakış açısı dahil olmak üzere her şeyi göstermek ama yine de bunu IMAX kameralar kullanarak yapmak istedik. O kocaman kamerayı Spitfire’ın kokpitine sokmak feci zor bir işti fakat biz bunu yapmaya kararlıydık.”

İlk adım uçakları elde etmekti. Nathan Crowley üç adet Spitfire’ın —iki Mark 1s ve bir Mark 5— yanı sıra, bir İspanyol HA-1112 Buchón temin etti. HA-1112 daha çok Messerschmitts diye bilinen Alman ME-109s yerine geçecekti. Ancak, Nolan, “Anlatımsal nedenlerden ötürü tarihi doğruluklarda biraz özgürlük kullandık. Örneğin, bizim ME-109 Messerschmitts’imizin burunları sarı; oysa o dönemde ME-109s’leri henüz öyle boyamaya başlamamışlardı. Fakat bu şekilde boyadığımızda, seyirci bu düşman uçağını Spitfire’lardan daha kolay şekilde ayırt edebilecekti” diyor.
Buna ek olarak, dublör koordinatörü Tom Struthers bir Yak-52 kullanmayı teklif etti. İki koltuklu bu Sovyet uçağı, Crowley’nin ekibinin dokunuşlarıyla, Britanya’nın ikon olmuş savaş uçağı Spitfire’a yeterince benzemeye müsaitti, özellikle de oyuncuların kokpitteki yakın plan çekimleri için.
Van Hoytema bu aksiyon sekanslarını çekmek için Panavision’ın “lens gurusu” olarak nitelediği Dan Sasaki’yle birlikte çalıştı. İkili IMAX kamerasını kokpitin kısıtlı alanına diklemesine sığdırmayı mümkün kılacak, periskop tarzı bir lens tasarladılar. Bu sayede, pilotun kokpit camından görüş hattını görüntülemek mümkün oldu.
“O küçücük kokpitin sıkışık fizikselliği… Buna gerçekten de filmin en önemli yanlarından biri olarak odaklandık; seyirciyi o koltuğa oturttuk. Yapılması aşırı derecede zor bir şeydi” diyor Nolan.

Van Hoytema IMAX kameranın Yak’a güvenli bir şekilde monte edilmesini sağlayacak bir düzenek inşa etmesi için uçak mühendisi Andy McCluskie’den destek aldı. Nolan bunu şöyle açıklıyor: “Yak’ımızı bir kamera platformu yerleştirecek şekilde yeniden düzenledik. Bu sayede, oyuncularımızı farklı kameralar kullanarak farklı açılardan yakın plan görüntüleyebildik, üstelik bunu havadayken yaptık. Gerçekten bir it dalaşında olma hissini yakalamak istedik.”




Jack Lowden için, uçarken sahneler çekmek oldukça keyifliydi. “Bu filmin yapımı benim adıma her şeyi içeriyordu. Bir Yak’ın içinde havadaydım. Manş’ın üzerinde gerçek Spitfire’lara karşı savaşıyordum… ‘Bu, yaptığım bütün diğer işleri sıkıcı kılacak’ dedim Chris’e” diye aktarıyor Lowden gülerek.

Yapım sırasında kullanılan diğer kameralı hava taşıtları ise bir helikopter ve bir Aerostar kamera uçağıydı. Hava görüntü yönetmeni Hans Bjerno şunu belirtiyor: “Helikopterin kısıtlayıcı yanı hızı. Saatte yalnızca 190 km hız yapabiliyor, Spitfire’lar ise saatte 320 km yapıyor. Böyle olunca, helikopterdeyken gökyüzünde uçakların geçişini izleyen bir gözden ibaretsiniz. Oysa Aerostar, savaş uçaklarıyla aynı hızda gidebiliyor.”

“Dunkirk”teki it dalaşları, çeşitli uçakları uçuran gerçek pilotların, manevraların koreografisini çok dikkatlice yapmalarını gerektirdi. Nolan, “Olayların oluş hızı yüzünden, gerçek pilotlarımız her şeyin planlamasını ve hazırlıklarını karadayken yapmak zorundaydılar. Havalandıktan sonra iletişim —özellikle çok gürültülü bu eski uçaklar söz konusuyken— zor olabilir” diyor.

Yapılması gereken ilk şey, görsel efektler amiri Andrew Jackson’ın Nolan’la birlikte her hava sekansının nasıl gerçekleşeceğinin bir haritasını çıkarmasıydı. “Çok erken bir aşamada çalışmaya başladık” diyor Jackson ve ekliyor: “Her bir hava savaşı sırasında uçakların tam olarak ne yapıyor olduklarını ön-görsellemeyle ortaya koymalıydık. Dolayısıyla, işe filmdeki genel aksiyonun ne olacağının geniş çaplı bir çizimiyle başladık.”

Bunu kılavuz olarak kullanan pilotlar uçuştan önce her bir hava sahnesini Nolan ve Van Hoytema’yla tartıştılar. Nolan bu konuda şunları aktarıyor: “Hava sahneleri ve çekimleri için düşüncelerimizi paylaştık. Sonra pilotlar kendi aralarında konuşup, kendileri birer uçakmış gibi hareket ederek bir düzen oluşturdular. Hatta bazen kollarını kanat gibi açtılar. İlk başta, dışarıdan bakan biri için, bu tuhaf bir yaklaşım gibi görünüyordu. Ama pilotlarımızla birkaç kez uçtuktan sonra, hızla fark ediyorsunuz ki ekipteki herkesin tam olarak nerede, hangi noktada olmaları gerektiğini bilmeleri açısından, çok zekice ve şaşmaz bir yöntem bu.”

Jackson, ayrıca, nişan dürbününden uçakları ve kokpit bakış açısını çeken hava birimiyle de zaman geçirdi. Bu konuda, “Uçakların kokpit camlarının iç kısmına kameralar koyduk ve bu uçaklarla gezinerek güneş yansımalarını ve atmosfer etkilerini görüntüledik. Bu öğeler daha sonra uçtuğumuz gerçek uçakların üzerine oturtuldu” diyor.

Hava görüntülerini elde etmek için çok büyük gayret gösterilmiş olsa da, Hardy ve Lowden’ın yer aldığı kokpit sahnelerinin hepsini havada çekmek mümkün değildi. “Sette çekmemiz gereken bazı sahneler olduğunu biliyorduk” diyen Thomas, şöyle devam ediyor: “Bu yüzden, sanat departmanımız, üzerinde bir Spitfire kokpiti olan, Chris’in kendisinin elle kontrol edebildiği muhteşem bir yalpa çemberi inşa etti.”

Yine de, yönetmen şu konuda ısrarcıydı: “Hiç yeşil ya da mavi ekran kullanmama kararını benimsedik. Sahneleri her zaman gerçek su arka planının olduğu, uygun bir irtifada, gerçek gökyüzü ve doğal ışıkla çekmek istedik.”
Bunu başarmaları için, yapım ekibine yalpa çemberini Palos Verdes-California’da bir falezde, bir ABD Sahil Güvenlik tesisinde kurma izni verildi. “Aktörleri uçağı ‘uçururlarken’ görüntüleyebileceğimiz yüksek irtifalı bir platformun olması, esas havadan havaya görüntülerle örtüştürebileceğimiz bir temel gerçeklik seviyesi sağladı. Bu şekilde, it dalaşı sekanslarında bir tutarlılık yaratabildik” diyor Nolan.




DUNKİRK’ÜN YANKILARI

“Dunkirk”ün ana çekimleri sona erdiğinde, Nolan bu destansı macerayı tamamlamak için uzun zamandır birlikte çalıştığı iki yaratıcı isimle yeniden bir araya geldi: Kurgu ustası Lee Smith ve besteci Hans Zimmer. Ses ve müzik zamana karşı yarışı vurgulamak için iç içe geçti.

Nolan bu konuda, “Senaryonun sıradışı ritminin müzikle pekiştirilmeye ihtiyacı vardı. Tema şarkısı filmde birleştirici ve girift tonal bir yapıyla, tek bir parça olarak süregidiyor.  Ses efektleri ve hikayenin değişen zaman skalaları Hans’ın müziğinin dokusuna işliyor” diyor.

Ses tasarımcısı ve ses kurgu amiri Richard King hem Moonstone’un, hem de diğer gemilerin motorlarının sesini kaydetti, “ve ardından tüm bunlar Hans Zimmer’in stüdyosuna gönderildi” diyor Smith ve ekliyor: “Bunları öyle bir şekilde kullandılar ki motor sesleri daima hızlanıyor. Hans, ayrıca, Chris’in saatinin tik taklarını kaydetti. Müzikle birleştiğinde, bu sesin de inanılmaz bir etkisi vardı.”

Nolan ve Zimmer gerilime katkıda bulunması için, bir kılavuz tonun üzerine bir varyasyon uyguladılar; bu, tondaki tizin sürekli olarak arttığı yanılsamasını yaratan bir teknikti.

Nolan’ın önerisi üzerine, Zimmer “Nimrod”un bir uyarlamasını kendi tema şarkısıyla harmanladı. Edward Elgar’un bu unutulmaz temasını “İngilizler tarafından Dunkirk’ün kendisi kadar sevilir” şeklinde niteliyor Nolan.

Zimmer besteci ve orkestra şefi Benjamin Wallfisch’i de ekibe dahil etti. Nolan ve müzik editörü Alex Gibson’la birlikte çalışan iki müzisyen, Nolan’ın ifadesiyle, “filmin seslerinden ve görüntülerinden filizlenen modern bir kompozisyon yarattılar. Hans’ın kendi bando vurguları parçanın gücünü daha da pekiştirdi.” Yönetmen şöyle devam ediyor: “Müziğin, saygı duruşunda bulunduğumuz olayın şartlarını yansıtmasını istedik; bu, hayatta kalmanın ve tek bir bireyin kahramanlığının aksine, toplumca gayretin zaferinin bir hikayesi.”

Nolan sözlerine şunu da ekliyor: “Dunkirk’teki olaylar kutsal topraklar gibi; büyük özen göstermeden içine adım atmamalı. Bir sinemacı için bu hem çok göz korkutucu hem de karşı konuşmaz bir hikaye. Olayların çok büyük çaplı bir şekilde yeniden yaratımını başardığımız
-gerçek küçük teknelerin gelişi, denizdeki donanma destroyerleri ve mendireğin yeniden inşa edilmesi- anlar vardı ve bu olağanüstü bir histi. Bu kadar çok farklı öğenin bir araya gelişi benim üzerimde kesinlikle kalıcı bir iz bıraktı.”

Yine de, yapımcıların hemfikir olduğu konu, her zaman birinci önceliklerinin eğlendirmek olduğuydu; ve Nolan’ın verdiği her yaratıcı karar sinemaseverleri o yere ve zamana taşıma amacı güdüyordu. “Chris’in filmlerinde yaptığı şey, ki ben bunu çok takdir ediyorum, o filmleri sinemada izlediğinizde, başka bir yerde gerçekten yaşayamayacağınız bir deneyim sunmaları” diyor Thomas.
Nolan ise son olarak şunu söylüyor: “İnsanları Dunkirk’teki kumsala, Moonstone’un güvertesine ve Spitfire’ın kokpitine koymak istiyoruz. Seyircilere çok yoğun bir macera yaşatmak istiyoruz. Onların gerçekten oradalarmış gibi hissedip, bunun nasıl bir şey olduğunu duyumsamalarını hedefliyoruz; işte onlara sunmak istediğimiz deneyim bu.”