10.3.18

Phantom Thread


Ünlü terzi Reynolds Woodcock (Daniel Day-Lewis) ve kız kardeşi Cyril (Lesley Manville), 1950’lerde savaş sonrasındaki Londra’da, İngiliz modasının merkezinde, kraliyet ailesini, film yıldızlarını, mirasyedi kadınları, sosyeteyi, sosyetik kızları ve delikanlıları Woodcock Modaevi’nin farklı tarzıyla giydirmektedir.

Woodcock’ın hayatına kadınlar girip çıkmakta ve müzmin bekara ilham verip refakat etmektedirler. Ta ki karşısına genç ve iradeli bir kadın olan Alma (Vicky Krieps) çıkana dek.

Alma, kısa sürede hayatında ilham perisi ve sevgilisi olarak kalıcı bir yer edinir.
Reynolds, kontrol altına alınıp planlandığında, özenle düzenlediği hayatının aşkla altüst olduğunu görür.

Paul Thomas Anderson, son filmiyle hem yaratıcı yolculuğundaki bir sanatçıyı, hem de dünyasının dönmesini sağlayan kadınları resmediyor.
Phantom Thread, Paul Thomas Anderson’ın sekizinci filmi ve Daniel Day-Lewis ile birlikte ikinci çalışması.



Paul Thomas Anderson tarafından kısa bir tanıtım


Londra, 1955: Şehir, karneli alışverişlerin, molozların ve dumanların arasında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toparlanmaya çalışmaktadır.
Kraliçe 2. Elizabeth’in taç giyme töreni, iyimserliği azalmış bir ülkeye yeni bir can vermiştir. Tüm bunların ortasında kontesleri, mirasyedi kadınları, film yıldızlarını ve asil hanımları giydiren Reynolds Woodcock yer almaktadır.
Yarattıkları eserlerle, cesareti olmayanların cesur, çekici olmayanların güzel hissetmesini sağlayabilmektedir.

Ancak Bay Woodcock’la başa çıkmak bazen faşist güçlerle savaşmaya benzer. Son derece yetenekli, işinde bir numaradır. Ama aynı zamanda müşkülpesent, kendisini harcayan ve zor biridir.
Woodcock Modaevi’nde işleri Bay Woodcock ve kız kardeşi Cyril yürütmektedir. Kuralların bile kuralları vardır. Mankenler ve müşteriler gelir, Reynolds’a ilham ve geçici arkadaşlık sağlarlar. Bu arada Cyril de modaevinin sorunsuz ve kesintisiz işlemesini sağlar.




Bir gün, Doğu Avrupa kökenli, Alma adındaki genç göçmen, Reynolds’ın hayatına girer ve özenle düzenlenmiş dünyasını altüst eder ve aşk denen o korkunç güç işler.
Reynolds geçici olarak sersemler ve sonra da tamamen tükenir.
Aşkın güçlü çekimine karşı koyacak ve kendini işine adamış bir sanatçı ve müzmin bir bekar olarak mı kalacak, yoksa Alma ona hayatın büyük keyiflerinin paylaşılmasının daha iyi olduğunu mu gösterecek?
Cyril erkek kardeşini, Alma’nın iyi niyetinden koruyabilecek mi, yoksa değişmeyen modaevinin aslında ölü bir ev olduğunu anlayacak mı?

Phantom Thread, aşık olmanın mahremiyetini, Woodcock Modaevi olarak bilinen tehlikeli bir savaş alanında inceleyen bir tür gotik aşk hikayesi.
Reynolds ve Alma, aşklarını yakalama ve zapt etme çabalarında birbirlerini anlamak ve sadece en gerçek ve en heyecanlı aşkların neden olduğu içgüdülerini ve dürtülerini kontrol etmek için mücadele veriyor.
Filmde olağanüstü performanslar, güzel elbiseler, sarhoş mirasyedi kadınlar, hükmedici hayaletler ve Radiohead’den Jonny Greenwood’un müzikleri yer alıyor.


Hepimizin Ustası


Oscar adayı yazar-yönetmen Paul Thomas Anderson, ABD dışındaki ilk sinema filminde savaş sonrası Londra’sındaki moda dünyasına dönüyor ve yapımcının son derece seçme eserlerine hiç benzemeyen, fırtınalı ve zarif bir gotik aşk hikayesinde There Will Be Blood’daki yıldız Daniel Day Lewis ile tekrar bir ekip oluyor.
Kurmaca bir modacı olan Reynolds Woodcock’ı (Day Lewis) konu alan Phantom Thread usta bir yaratıcı ile müzmin bekarın İngiltere kırsalındaki bir hafta sonu kaçamağında keşfettiği ilham perisi arasındaki bir aşk hikayesi olarak başlıyor.

Diğer oyuncular Alma rolünde Vicky Krieps ve Woodcock’ın zorlu kız kardeşi Cyril’i canlandıran Lesley Manville.
Anderson’ın 8. filmi karmaşık gönül işleri, titiz detaylar, bereketli bir atmosfer ve dekor içinde geçiyor.

Son çalışması HAIM ve Radiohead’in müzik kliplerini ve 2015 yılı müzik belgeseli Junun’u içeren Anderson’ın elbise dikimine ya da moda tarihine hemen hiç ilgisi yokmuş. Ta ki 2014’teki filmi Inherent Vice’ın yapımını tamamladıktan sonra kıyafetleri düşünmeye başlayıncaya dek.
Birkaç ay sonra sık sık birlikte çalıştığı ve Junun’da yer alan Jonny Greenwood ile bir organizasyona giderken Anderson kıyafetinin kesimi hakkında müzisyenden bir iltifat almış. Anderson şunları söylüyor; “Şu haline bir bak Beau Brummell” tarzında bir şey söyledi. Bu ismi araştırmak zorunda kaldım. Daha fazla bilgi edinmek istedim.”

Anderson, modaya olan ilgisi arttıkça ikonik dantel işlemeleri, yenilikçi kesimleri ve zarafetleriyle koleksiyonları uluslararası çapta ünlenen İspanyol modacı Cristóbal Balenciaga’nın (1895-1972) hayatını ve yaptığı eserleri incelemiş.
Kendisini Mary Blume’un; “Hepimizin Ustası: Balenciaga, Atölyeleri, Dünyası” adıyla yazdığı biyografiye kaptırmış. Yazar- yönetmen modacının keşiş hayatıyla ve Hollywood’un Altın Çağı’yla ve Paris’in Yeni Bakış’ıyla geçen, Christian Dior’u ve kadın siluetini yeniden yaratımını merkeze alan elbise yapımına yaklaşımıyla ilgilenmiş.

Yakışıklı, kemikli yapısıyla Balenciaga, Anderson’a aynı zamanda There Will Be Blood’daki yıldızı ve başka bir projede tekrar bir araya gelmek için can attığı  Daniel Day Lewis’i de anımsatmış.
Anderson şunları söylüyor; “Daniel çok yakışıklı ama birlikte, karakter ve mekan açısından son derece çirkin olduğu bir film yaptık. Günlük hayatında ne kadar modaya uygun olduğunu gördüğüm ve kıyafetlere, giyinmeye ve el işlerine olan sevgisini bildiğim için ben de onu nasıl daha yakışıklı gösterebilirim diye düşünmeye başladım.”




Aynı zamanda eğitimli bir ayakkabıcı olan Day Lewis, yazar yönetmenin Balenciaga’ya karşı yeni filizlenen ilgisine kusursuz bir biçimde uymuş.

Anderson aynı zamanda yüzyılın ortalarındaki cazibeyle ve gotik romansla da donanımlıymış. Özellikle de Hitchcock’un Rebecca’sıyla.
Yeni filmi için zaten bir erkek, bir kadın ve erkeğin kız kardeşinden oluşan üçlü bir dinamik düşünüyormuş. Şunları söylüyor; “Böyle bir hikaye için kusursuz bir mekan arıyordum. Karakterlerin gotik romansla uyum sağlayacağı, şık giyindiği, üst sınıf bir ortam istiyordum.”

Day Lewis projeye ilgi gösterince Anderson ve yıldızı, haute couture’un sadık öğrencileri olmuşlar. Balenciaga ve çağdaşları hakkında öğrenebilecekleri her şeyi öğrenmişler. Aralarında 19 yaşında Chicago’ya taşındıktan sonra usta bir biçkici olan İngiltere doğumlu Charles James ve yüzyılın ortalarında kadın giyiminde çığır açan Dior’da yer alıyormuş.
Kariyerinin başlarında, Prens Charles gibi müşterilerinin takım elbiselerine ve kadın elbiselerine cüretkar ve şehvet uyandırıcı mesajlar işleyen Alexander McQueen gibi modern figürlerin sanatsal mizaçlarını incelemişler.

Day Lewis şunları söylüyor; "Savaştan sonra dünyada couture’da iki paralel dünya varmış. Birisi Paris’te dünyaya hükmeden Yeni Bakış. Ama Londra’da ilerleyen başka tasarımcılar da varmış. Çalışmamızın bir şekilde İngiltere tarihini ve İngiliz adalarından gelen olağanüstü kumaşları yansıtması gerektiğini düşündük. Her sezon kumaşlar gediğinde kumaşlara bakıp dokunurlar, koklarlar ve tasarımlar yaparlarmış. İngiltere’nin savaştan çıktığı, tasarruf yılları fikrinde bize büyüleyici gelen bir şey vardı.”




Odak noktalarını daraltan ikili, klasik İngiliz terziliğini incelemişler. Özellikle de 2. Dünya Savaşı sonrasındaki yıllarda Digby Morton, Peter Russell, Hardy Amies, John Cavenagh ve Michael Donéllan gibi daha az bilinen zanaatkarları çalıştıran Londra couture modaevlerini.
Yüzyılın ortalarında haute couture’ün merkezi Paris olsa da Londra ısmarlama terziciliğin Savile Row geleneğini vurgulayan daha az abartılı kuzeniymiş.
Londra modaevleri, Dior gibi yüzlerce işçi çalıştıran büyük modaevlerinin aksine daha çok erkek ve kadın kardeşlerin işlettiği aile şirketleriymiş.
Amies ve Morton gibi yaratıcılar çırak olarak başlamış ve basamakları tırmanarak baş tasarımcılar olmuşlar ve en güçlü dönemlerinde kraliyet ailesini, aristokratları, sosyeteyi, sahnenin ve beyaz perdenin yıldızlarını giydirmişler.
Anderson şunları söylüyor; “Öğrendiğim dünyada birçok baş tasarımcının işlerini yürüten kız kardeşleri varmış. Bunlara geçtiğimiz yüzyılın başlarında Amies ile günümüzde Valentin ve Versace de dahildir.”

Çalışmaları Los Angeles’taki San Fernando Valley ile uyumlu bir hale gelmiş olan Anderson da Londra’da geçen ve Amerika dışında geçen ilk filmini yapma konusunda istekliymiş.
Day Lewis ise My Beautiful Launderette (1986) ve yazar ve sanatçı Christy Brown rolüyle ilk Oscar’ını kazandığı My Left Foot (1989) gibi klasik İngiliz çalışmalarından sonra bir başka İngiliz’i canlandırmak konusunda istekliymiş.
Day Lewis son birkaç yılda There Will Be Blood filminde haris petrolcü Daniel Plainview ve kendisine iki Oscar kazandıran Steven Spielberg’ün Lincoln filminde 16. ABD Başkanı gibi Amerikan karakterlerini canlandırmıştır.

Londra’daki uzun soluklu kalışlarında Victoria ve Albert müzelerine yaptıkları ziyaretlerde moda ve sanat konularına çalışmışlar ve Balenciaga ve Charles James gibi isimlerin yaptığı klasik elbiseleri incelemişler.
Anderson ve Day Lewis sonunda Reynolds Woodcock adıyla bilinen hayali modacıyı ortaya çıkarmışlar.




Kostümleri Yaratmak


Phantom Thread’i beyaz perdeye aktarmanın en önemli noktası kostümlerin tasarımında yatıyormuş. Kostümlerin Hardy Amies gibi Londra modacıları dönemi seviyesinde özgün ve sofistike olmaları gerekiyormuş.
Anderson’la sıkça birlikte çalışan Mark Bridges (Inherent Vice, The Master, There Will Be Blood) için terziliğin merkezde olduğu bir film için tek çözüm, kostümleri sıfırdan tasarlamak olmuş.
Bridges şunları söylüyor; “Orijinal tasarımlar yaratmaya karar verdiğimizde artık geriye dönüş yoktu. O noktadan sonra ancak ileri gidebilirdik.”

Bridges'ın görevi ve talimatları, hikayeyi kostümlerle anlatmak olmuş. Kıyafetlerinin karakterlerin psikolojisini olabildiğince yansıtması gerekiyormuş. Tecrübeli kostüm tasarımcı 1996’daki Hard Eight’le başlayarak Anderson’ın bütün filmlerinde çalışmış. Bu filmde de yaratığı kostümlerde ilham kaynağı olarak tek bir modacıya odaklanmaktan kaçınmış. Onun yerine dönemin tasarımlarını araştırmış. Film için 50 benzersiz kıyafet tasarlamış. Bunların arasında bir İlkbahar moda defilesi sahnesinde yer alan 9 orijinal parça da yer alıyormuş.

Araştırmasına, YouTube’da döneme ait görüntüler içeren İngiliz Pathe arşivinin bölümlerini incelemeden önce Vogue ve Harper’s Bazaar’ın eski sayılarını tarayarak başlamış.
Bridges, Anderson ve Day Lewis ile Woodcock Modaevi’nin moda tarzını belirlemek için birkaç kez bir araya gelmiş. Bridges şunları söylüyor; “Günün tamamını modaevinin renk kataloğuna ve kumaşlarına karar vererek geçirdik. Bazı elbiselerde kadife ile satenin birlikte kullanıldığı, çok fazla dantele yer verilen, derin, zengin renk tonlarına karar verdik.”

Bridges, Los Angeles, Paris, Roma ve Londra gibi dünyanın dört bir yanından eski kıyafetleri toplamış. Ama kıyafetlerin birçoğu göz alıcı ve döneme özgü olmalarına rağmen geçen zaman ve kullanılmadan dolayı solmuş.
Bridges şunları söylüyor; “Başta düşündüğümüzden çok daha fazla kıyafet yapmamız gerekeceğini anladık. Kumaşlar çok iyi korunmuş olsa bile ipekler uzun dayanır. Zaman akıp gidiyor. Aylar yoğun geçiyor. Bulduğumuz kıyafetlerin çoğunu ilham ya da onarım tekniklerini anlayarak onarmaya çalıştık. Bir kıyafetin aynısı yapıyorsak mümkün olduğunca kumaşı da orijinal kıyafetin kumaşına yakın üretmeye çalıştık.”




Bridges ve ekibinin ayrıca Victoria ve Albert müzelerinin moda arşivlerine de erişim izni varmış. Böylece Cristóbal Balenciaga ve ülkede yetişen Hardy Amies gibi yeteneklerin ikonik elbiselerinin detaylarını yakından inceleyebilmişler. Bu tasarımlar daha sonra aralarında Vicky Krieps’in giydiği unutulmaz elbiselerin de yer aldığı filmdeki önemli elbiseler için ilham olarak kullanılmış.
Bridges şöyle anlatıyor; “Arşivin elimizin altında olması çok faydalı oldu çünkü hatların nasıl kesildiğini, modellerin nasıl yapıldığını görebiliyorduk. Kıyafetlerin çoğunun çok basit yapılmış olması inanılmaz. Bunlara, Balenciaga’nın son derece detaylı nakışları da dahil.”

Bridges’ın ekibindekilerden biri de Fransız biçkici Cecile Van Dijk imiş. Mesleğini Alexander McQueen’in 1990’la kayıt yaptırdığı Londra’da Central Saint Martins’de öğrenmiş. Alexander daha sonra dantel ve kesim üzerine uzmanlaşmış. Cecile sahneler sırasında devreye girerek Day Lewis’e tavsiyeler verirken tasarım sürecindeki diğer terzilerin ve yardımcıların da kesim konusunda detaylı bilgiye sahip olması gerekmekteymiş. Cecile çekimler sırasında sık sık sete gelerek, Day Lewis bir sahnenin çekimine başlamadan önce kendisine kısa hatırlatmalarda bulunuyormuş.

Joan Emily Brown ve Sue Clarke, V&A’de gönüllü olarak çalışıyorlarmış; tasarım ve oyuncu seçimi süreçlerinde çok faydalı olmuşlar.
Bridges ve Day Lewis, 2016 yaz aylarında İngiliz couture’ünü araştırmışlar. Anderson, üçlünün orijinal bir Balenciaga elbisesini incelemesine yardım ettikten sonra her iki kadının da moda konusunda geniş bilgiye sahip olduğunu fark etmiş.
Brown 1950’lerde Hardy Amies de dahil olmak üzere Savile Row’daki iki büyük modaevinde çalışmış. Anderson bir bobinin ya da iğnenin döneme ait olup olmadığını hemen tespit etme yeteneklerine dayanarak ikisini de yaratıcı danışman olarak göreve almış. Ama aynı zamanda kendilerine önemli kulis sahnelerindeki baş terzi rollerini de vermış.




Clarke, emekli olup V&A’da gönüllü okutman olmadan önce yetişkin hayatının büyük bölümünde moda eğitimi vermiş. Brown ise Londra’nın couture atölyelerinde dikişçi, biçkici ve boncukçu olarak uzun yıllar geçirmiş. Oyuncuların ve teknik ekibin atölye hiyerarşisini anlamalarına, biçkicilerle, provacılar, asistanlarla hizmetliler arasındaki detaylı güç yapısını anlamalarına yardımcı olmuşlar.
Modaevi provaları sırasında çalışanların zorunlu beyaz eldiven takması gibi küçük atölye detaylarını paylaşmışlar. En iyi modaevlerinin işareti olan görgü kurallarının uygulanmasının katı bir şekilde zorunlu olmasıyla ilgili hikayeler anlatmışlar.
Brown şunları söylüyor; “Kurallara uymanın çok önemli olduğu, çok düzenli bir dünyadır. Bir atölyenin başındaysanız ilk adınızla birlikte Hanım ya da Bey olarak çağrılırdınız. Hepsi zamanın görgü kurallarının bir parçasıydı ve çalışırken kısa sürede her şeyi öğrenirdiniz. İşlerin yapılış konusunda çok disiplinli bir tarz vardı.”

Bridges, büyüklü küçüklü tüm oyuncuları giydirmek konusunda Londra’nın engin zanaatkarlarından faydalanmış. Büyük çoğunluğu uzun yıllardır bu işte olan ve aristokrat ve kraliyet ailesinden müşterileri olan kişilermiş. Şirketleri 1906’da kurmuş ve Windsor Dükü’ne de hizmet vermiş olan Savile Row terzileri, Anderson ve Sheppard tarafından dikilen Day Lewis’in giydiği takımların ve kıyafetlerin provalarını denetlemiş. Ayakkabılar, ısmarlama ayakkabı yapan ve kendi adıyla anılan Mayfair’deki butiğini 1958’de açmış olan George Cleverly tarafından yapılmış. Royal Opera Evi için kostüm mücevherlerini ve maskelerini yapan Şapkacı Sophie Lamb, önemli sahnelerde kullanılan zarif şapkaları yapmış ve renkleri doğru tutturmak için profesyonel bir boyacıyla çalışmış.

Anderson ve Bridges, Cyrill’in nasıl giyinmesi gerektiği konusunda çok güçlü fikirlere sahipmiş. Elbiseleri için koyu kömür tonlarına karar kılmışlar. Böylece Lesley Manville’in İngiliz teni yeterince parlamış.
Bridges şunları söylüyor; “Cyril ve Lesley’nin hikayedeki yerleri çok güçlü. İkisi de kendi tarzlarında çok güçlü kadınlar. Ama aynı zamanda kadınsı ve güzeller.”
Film boyunca Manville, mesleğini Londra’daki son couture modaevi olan Lachasse Modaevi’nde öğrenmiş olan Londralı terzi Thomas Von Nordheim’ın diktiği çok sayıda özel dikim elbise giyiyor.
Lachasse’in savaş sonrası altın çağındaki baş tasarımcıları arasında Digby Morton, Michael Donéllan ve aynı anda birçok yerde bulunan Hardy Amies yer alıyormuş. Bu tasarımcıların hepsi de Anderson ve Day Lewis’in Phantom Thread için yaptıkları araştırmada yer alan tasarımcılarmış.




Kıyafet tasarımlarının aynı zamanda bireysel karakter değişimlerini de yansıtması isteniyormuş. Bunların arasında Alma’nın alçakgönüllü işçi sınıfı hizmetlisinden Reynolds Woodcock’ın mankeni ve ilham kaynağı olduğunda Londra’nın sofistike sınıfına geçişi de yer alıyormuş.
Bridges şöyle anlatıyor; “Hikayesine basit belki de üstüne çok iyi oturan, annesinden kalmış ya da sık sık onarılan kıyafetlerle başlamak istedim. Woodcock Modaevi’nde yerini sağlamlaştırdıkça Alma kendisi gibi kalsa da şeklin ve dokunun gelişimini görüyoruz.”

Krieps, kostüm provalarına yapımın başlarında gitmiş ve Bridges’ı sevindirecek bir şekilde onun için seçtiği bütün kıyafetlerin içine girmiş.
Krieps şunları söylüyor; “Kendimi hiç manken gibi ya da böyle lüks, şık kıyafetler giyebilen biri olarak görmemiştim. Ama mucizevi bir şekilde üstüme çok iyi oturdu. Neredeyse korkunçtu. Vicky’nin kıyafetleri hissetmesi ve sahte bir görünüm olmadığından emin olması gerekiyordu. Bu da Vicky’nin özellikle çok iyi olduğu bir konu. Onun fakirlikten zenginliğe geçişini izliyoruz ama şahsiyetini ve özgürlüğünü başından sonuna kadar koruyor.”


Filmin mmknmrtb notu:   8   /10